Güzel adamdı Ömer! Saygılı, iyi niyetli, sevimli, isçilere sevdalı bir genç adamdı Ömer. Aha Ankara Siyasal'a gidin isim vermeden sorun, bu mektebin en efendi, paylaşımcı, adamı kimdir? Sorun bakayım. Ömer demezlerse ben bir şey bilmiyorum.

Anadolu'dan gelmişti. Okulu kazandığı yıl babası ona Dikmen'de bir ev satın almış, altına da arabayı çekmişti. Bir sürü kredi kartı vardı. Hiçbir şeyden mahrum olmamıştı bu hayatta, öyle bir savurganlığı da yoktu.

Çok kitap okurdu, arkadaşları da çoktu. Üçüncü sınıftayken bu arkadaş grubuna kimi Ömerciler, kimi İşçiciler demeye başlamıştı bile. Kendi gibi sakin, efendi, zengin, çok okuyan çocuklar vardı etrafında.

Ne zaman Ömer aklıma gelse, Gülten Akın şiirlerini düşünürüm. Ankara'nın karlı gecelerinde zengin ailelerden gelmiş çocukların toplandığı evlerde, işçilerin hayatlarına heves ve hürmet edilerek sıcak şarap eşliğinde şiir okunan geceleri. Çok insancıldı, bir o kadar korunaklıydı o karlı geceler.

Oysa hayat öyle değildi. Hayatın romantizm kaldıracak hali yoktu. Şu Şentepe. Şu Mamak, hele hele şu Altındağ’da hayat var ya ne zor akardı bilseniz.

Kimi hancı kimi yolcudur insanlar şu Ankara'da. Öyle ya, Ankara'nın başka bir özelliği daha vardı. Geri dönülecek kentti. Sürekli geri dönülür şu güzelim Ankara'ya. Doktorasını yapıp geri döndü Ankara'ya Ömer. Çevresinde yine aynı çocuklar. Doktor, mühendis, akademisyen olmuş ama hala aynı platonik aşka tutkun çocuklar.

O zamanlar neredeyse hayatlarının işten sonraki tüm zamanlarını isçilere vakfetmişlerdi. Lakin bir mesele vardı. İşçiler bu sevdadan haberdar değildi. Platonik bir aşk gibiydi. Güzel evlerde yaşayan bu çocuklar işçiler için hala kitap okuyor ve az da olsa yazılar yazıyordu. Ama işçiler bunları okumuyordu. İsçiler bunlardan haberdar değildi. Her gece isçilerin kurtuluşu için yapılan toplantılardan işçilerin haberi yoktu.

"Sınıfa gitmeye hazırlık yapıyoruz." Bu cümleyi onlardan duymuş ve anlamlandıramamıştım.

Aramızda güzel bir muhabbet ve dayanışma vardı, birçok ecnebi yazar ve dergi ile yazışmamı sağladılar.

Onların bu yardımlarına karşın benim de bazı iyiliklerim oluyordu.

Mesela bir fabrikada çalışma deneyimi oluşturmak ve bu deneyimden sınıfa gitmeye hazırlık sürecini teorik olarak bitirmek istiyorlardı. Komedi gibi geliyordu bana düşünceleri. Fakat saygı duyuyordum.

Ankara'daki Türk Traktör fabrikasına bir türlü giremiyorlardı. Altı ay uğraşmışlar, ama bunun yolunu bulamamışlardı. Yine sıcak şaraplı şiirli gecelerin birinde kederli bir yenilgi dizesi okur gibi anlattı Ömer.

"Bu fabrikaya girmenin yolunu bulamıyoruz."

İki gün sonra Ömer'le Dost Kitabevinin önünde buluştuk bir akşam vakti. Fabrikada işçi değil ama çayacağında garson olarak biriniz yarın başlasın müjdesini verdiğimde, o Konur sokağının kalabalığında sol kolunu kaldırıp "Akın var akın, güneşe akın, güneşi zapt edeceğiz güneşin zaptı yakın" dizelerini bağıra bağıra, aşkla, bayramlık çocuk gibi haykırması bu hayatta unutmayacağım anlardan biridir.

Teorik olarak bildiğim ama ta hücrelerimde Ömer'in hissettirdiği şey şuydu; mücadele ne senle başlar ne senle biter, tarih kadar eski ve gelecek kadar yenidir adaletsizliğe karşı mücadele fikri. Mutlaka birileri bir yerden omuzlayacaktır. Ama ustaca, ama acemice. Adalet dünyada baki oluncaya dek.

Türkiye isçi sınıfı bir tebessümle karşıladı, doktora yapmış bu genci. Güzel dostluklar biriktirdi 8 ay içinde lakin bir işçiyi dahi örgütleyemedi. İşçiler bazen, bıyık altından, bazen samimi bir tebessümle dinledi Ömer'i.

Yine Ankara'nın kederli gecelerinden bir geceydi. Mamak kömür deposu civarında bir yer kiralayıp kültür merkezi yapmak istiyorlardı, lakin emlakçı bir türlü vermiyordu dükkânı. Oysa orası tam hayal ettikleri yer gibiymiş, parası da önemli değilmiş.

Akşam yemeğine az kala bastık gittik emlakçının dükkânına. Sokakta oynayan çocuklara sorduk, bu emlakçının evi uzak mı, diye.

"Ha şurada" dedi çocuklar.

"Bir çağırın" deyiverince, kendine bunu görev sayan çocuklar tek ağızdan "Bilmem ne amca. Bilmem ne amca" diye bağırmaya başladılar.

Daha pijamasını giymemiş kırklı yaşlarda bıyığından ben solcuyum ulen diye bağıran emlakçı geldi.

"Çayın var mı" diye sorunca, ikiletmeden kapıyı açtı çay suyunu ocağa koydu. Hoş besten sonra "Sen bu gençlere neden dükkânı vermiyorsun?" diye sordum.

"Abi bunlar sınıfsal mınıfsal felan dediler dükkân sahibi biraz korktu. "

"Ne diye korktu, senin oğlan Halkevine gitmiyor mu?"

"Gidiyor, ben de saz kursuna gidiyorum,"

"Eee ne diye sorun çıkarıyorsun, bunlar da onlar gibi saz çalacaklar, sınıfı geçemeyen çocuklara takviye beleş ders verecekler şu bizim Halkevci bebeler gibi kültür mültür isleri yapacaklar.”

Emlakçı "Öyle değil" dedi. "Abi başka şeyler söyledi."

Meselenin özü şuymuş, Ömer emlakçı ile polemiğe girmiş, Halkevcileri sınıfsal bakış açısına sahip olmamakla suçlamış, saz çalmak yerine çok sesli müziklerin işçi sınıfının ruhuna daha uygun olduğunu iddia etmiş, dolayısıyla sazı çağ dışı olarak nitelemiş, başkaca birçok şey.

(Farkında değil Ömer, emlakçının kutsalına dil uzattığının, saz sadece saz değildir, bir dinsel seremonin de argümanıdır. Bilmiyordu Ömer.)

Muhabbet ede ede toparladık mevzuyu, akşam yemeğine gittik emlakçıya, yemekten sonra çay içmeye dükkân sahibi çağrıldı, makul fiyata kontratı imzalayıp, o gece anahtarı aldık.

Sabaha dek gezdik, tozduk, yedik, içtik, muhabbet ettik, sabahı Ankara kalesinde karşıladık. Sabahları her mevsimde serin olur Ankara. Ayrıca her mevsim sabahları ayrı olur Ankara'da.

Beş altı ay sonra o güzelim dekor edilen, içine girmekten korkacağınız kadar zengince döşenen kültür merkezi kapandı. Eşyalar mahalleliye dağıtıldı.

Yıllar geçti, hepimiz gittik Ankara'dan ve nihayetinde yeniden geri döndük Ankara'ya.

Hayattan yeterince deneyim oluşturdu herkes. 1 Mart 2006 yılında Ömer'i karşımda görünce şaşkınlıktan ne yapacağımı şaşırdım. Bambaşka biri olmuştu, özellikle giyimi tam bir işçi. Konuşması, sigara içmesi, ucuz kalın çerçeveli gözlüğü, ne bileyim, şeklen değil gerçekten değişmişti. Fabrikada çalışıyormuş ve sendikal mücadele çok iyi gidiyormuş. Yalnız bir sorunu varmış. Bir fabrikada işçiler sendikalaşma aşamasına gelmiş lakin civardaki cami imamı sendika mekruhtur, diyormuş, sendika caizdir diyecek imam lazımmış.

"İmam var mı imam?" diye sordu.

“Olmaz mı ya olmaz mı?”

Keçiören'de bir camiye gittik, orta yaslarda bir kızıl imamla oturduk. İmam şöyle dedi: “Bu yeryüzünde beşer ikiye ayrılır. Emekten yana olanlar ve sermayeden yana olanlar. Emek ve sermaye dışında dünyada bir ayrım yoktur. Bu Anadolu topraklarında alın terine hürmet eden ne çok insan var.”

Ömer anlattı sonra olanları.

Büyük bir toplantı yapılmış, bizim imam yedi arkadaşı ile imam cübbeleriyle kürsüye çıkmışlar. Anlatmışlar da anlatmışlar, ardından isteyenler ile bir namaz kılıp toplantıyı bitirmişler. İşçiler de sendikaya güvenle katılmışlar.

Bugün 2021 yılındayız. Artık mazlumun ve işçinin dini milliyeti siyasi görüşünün sorulmadığı, bu konuda büyük deneyimler oluşturulduğu bir zamandayız. İyiye gidiyor çok şey. İyiye gidecek ama adım adım ama koşar adım.

Bugünlerde Maltepe belediye işçileri grevde. Bugün bir yerde isçiler greve gidiyorsa halka dayanışma göstermek yakışır. CHP bir koalisyondur, içinde kısım kısım insan barındırır. Sözüm aslan sosyal demokrat kısmına. Size bu greve dayanışma göstermek düşer, aslan sosyal demokratlar, yakanıza kırmızı gül takıp bu grev ile dayanışma gösterme zamanıdır. Sosyal medya hesaplarını kırmızı gül ile donatıp dayanışma gösterme zamanı bu zaman. Aslan sosyal demokratlar size yakışan budur.