Hazır Akkuyu ve Sinop’taki nükleer santralleri, onlara bağlı kaderlerimizi tartışmaya başlamışken Karadeniz kıyılarına göz dikmiş olan HES’lerin (yani hidroelektrik santrallerinin) de tartışılmasının tam zamanı diye düşünüyorum. Yeni bir katılımcı demokrasi anlayışı içersindeysek Karadeniz’de olup bitenlerin de Türkiye’nin gündemine girmesi ve kamusal alanda tartışılması gerekiyor.

Rüya Köksal son dönemde adını sıkça duyduğumuz bir belgeselci. ‘Karadeniz Sahil Şeridi’ ile ilgili ‘Son Kumsal’ belgeselinden sonra Karadeniz’deki derelerle ilgili çarpıcı bir film çekti: Bir Avuç Cesur İnsan. Belgeseliyle geleneksel medyanın görmezden geldiği ve dolayısıyla kamusal alanın ilgi alanının dışında bırakılan çok önemli bir konuya parmak bastı. Bölgenin derelerine el atan HES’lerin doğayı tehdit eden tavırlarını gözler önüne serdi. Bu uzun belgeselin çıkış noktası Anayasa’nın 56. Maddesi. Bu madde bireyi, kendine ait yaşam alanlarını korumakla yükümlü tutuyor. Kısacası sadece bölge halkına değil, belki de hepimize anayasal haklarımızı yeniden hatırlatmak istiyor Köksal. Çok da iyi yapıyor.

İlk etapta derelerden enerji elde edilmesinin bölge ve ülke için ne kadar önemli olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak neredeyse Doğu Karadeniz’deki bütün dereleri hedefleyen santrallerin nasıl bir doğa katliamına yol açtığını gördükten sonra bölge halkının isyanına denk bir feryat yükseliyor içinizden. Bölge halkı kadın erkek yan yana bir set oluşturmaya başlamış durumda. Bu isyanda Karadeniz kadınının katkısı çok fazla. Derelerine kendi doğaları ve duaları gibi sahip çıkıyorlar. Ancak desteklenmeleri şart. Türkiye’nin onlara destek vermesi şart.

Neden mi?

Tıpkı nükleer santrallerde olduğu gibi (eyvahlar olsun yine bu konuda doktoram olmadığını unutmuş bir halde atıp tutmaya başladım!) Karadeniz bölgesinde oluşturulmaya çalışılan hidroelektrik santralleri de modernleşme adına insanın geleceğini ve doğayı, kısaca yaşamı yaşam yapan hemen hemen bütün unsurları çiğneyerek kendine alan sağlamaya çalışıyor. Bugün HES’lerin doğal sit alanları üzerinde yükseltmeye çalıştığı ucuz enerji projeleri, yarın insanlığa nasıl dönecek, bunun yanıtını hep birlikte vermek durumundayız. Yetkililer bunun yol, su, elektrik olarak bizlere döneceğini söylüyor. Yetkililer her şeyi bizim için bizden daha iyi düşünür derseniz yazının bundan sonrasını okumanıza gerek yok. Eğer yaşamın kamusal alanda ‘bizler’ tarafından yönlendirilebileceğine inanıyorsanız yazıya devam!

Bölge halkı ise bunun yaşamları için bir dönüm noktası olduğu kanaatinde. Bir daha geri dönülemez bir kavşakta olduklarını düşünüyorlar. Onlara göre hızı kendine prensip edinmiş, tüketmekten haz alan çağımızın ‘kalkınacağım, öne geçeceğim, yeneceğim, kendimi ispat edeceğim, görürsün sana neler edeceğim’ nakaratının toz duman içersindeki kavşağı burası: Doğanın sömürülmesi ve katledilmesi.

Modern zamanlar ve getirileriyle (ve elbette bizlerden götürdükleriyle) yüzleşmemiz insanlığımızdan çalınanları da hatırlamamıza yol açabilir. Kendisiyle yapılan bir söyleşide Rüya Köksal, Son Kumsal belgeselini sahil yolundan en çok zarar görenlere, martılara, balıklara ve sahili korumak için mücadele edenlere adadıklarını söylüyor. Sonrasında ise denizle arasına set çekilen bu bir avuç insanın ‘Denizimizi aldınız derelerimizi asla’ haykırışlarına kulak kesilmiş Köksal ve ekibi. Görmeyen gözler, duymayan kulaklar için bu belgeseli yapmışlar. Bir Avuç Cesur İnsan’ı. Onlardan öğrenecek çok şey var!

Anayasal kuralların hiçe sayılmasına rağmen, hukuk yoluyla sürekli alabora edilmelerine karşın onlar direniyor.
Rüya Köksal’ın nükleer santraller ve Çernobil üzerine bir belgesel üzerinde çalıştığını da buradan duyuralım.