Trump pastör Brunson’ı ağırladığı ve dualarla karşıladığı buluşmalarında bol bol Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a teşekkür ederek Türkiye’de hukuk veya bağımsız yargı diye bir unsurun mevcut bulunmadığını ima ederken, bir hususun daha altını özenle çizdi: “Daha önce asla serbest bırakmayacaklarını söyledikleri kişiler şimdi burada, ancak bu yetmez, orada rehin tutulan diğer Amerikan vatandaşlarının da serbest bırakılmasını sağlayacağız”. Evet, halen içeride tuttuğumuz Amerikan konsolosluk görevlileri (Hamza Uluçay, Metin Topuz ve Nazmi Mete Cantürk) ve başka Amerikan vatandaşları (NASA uzmanı Serkan Gölge gibi) var. Ne yazık ki ABD ile nikâh tazelemenin heyecanını yaşadığımız şu mutlu günlerde, Ankara’da bir ABD büyükelçisinin “halen” bulunmadığını çabucak unutuverdik. ABD’nin iki bakanımıza yönelik uygulamaya koyduğu yaptırımlar da yerli yerinde duruyor. Demir çelik gibi ürünlerinde bizim için özel arttırılmış vergiler halen indirilmedi. OFAC’ın Halkbank’a keseceği ceza korkulu ikircikliğini koruyor. Kasım’da ABD’nin İran yaptırımları başlayacak, buna ne kadar ve ne zamana dek direnebileceğiz. Kamuoyu bunu da haklı olarak merak ediyor. Binlerce tır ile güney sınırımızdaki terör unsurlarına taşınan ve emanet edilen son teknoloji Amerikan silahları ve mühimmatı henüz orada bir yerlerde, kullanılacakları günü bekliyorlar. Bir de Türkiye’nin ABD’yi köşeye sıkıştırma politikası doğrultusunda Rusya ile anlaşma yapıp parasını ödemiş olduğu S-400 füzeleri meselesi var... Liste uzatılabilir, sıkıştırmak isterse, ABD’nin Türkiye’ye karşı kozu çok...

Mustafa Kemal Atatürk Türkiye’yi kurduktan sonra ülkenin yönünü artık tamamen Batı’ya çevirmişti. Mevcut iktidar ise bir nevi karşı devrim yapma peşinde. Elbette Kemalizm diye bir ideoloji varsa, Erdoğanizm diye bir ideoloji de olabilir ve var. İdeolojileri yasaklamak veya yok saymak yerine, halk tarafından nasıl benimsendiğine ve ayrıca ne ölçüde içselleştirildiğine bakmalıyız. Özellikle tam yetkili Başka seçildikten sonra, Recep Tayyip Erdoğan’ın medeni ve modern dünyaya döneceğine yönelik hiçbir işaret yok. Tam aksine, küresel toplum adeta Türkiye’den ümidini kesmek üzere. Daha iki gün önce Erdoğan’dan “küçük cihattan büyük cihada geçtiğimiz dönemdeyiz” açıklamasını duyduk. Bu sözler sıradan ve radikal bir Orta Doğu ülkesinde değil, laik bir sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetinde söylendi. Yine geçtiğimiz haftalarda yerel seçimlerde doğu illerinde bazı beldelerde yeniden HDP belediyeleri kazanacak olursa, seçilenlerin göreve başlamalarını beklemeksizin derhal kayyum atanacağını ifade eden de Cumhurbaşkanımız Erdoğan’dı. Gel de Avrupa’ya bizdeki ileri demokrasiyi anlat. Öte yandan, Bilim Teknoloji Bakanlığının bütçesi 2,5 milyara inerken, Diyanet’in bütçesi 10,5 milyar liraya çıkarıldı. Sayın Başkan Türk gençliğine kütüphanelerde değil, camilerde daha fazla vakit geçirilmesi gerektiğini öğütlüyor! Kendimizi kandırmayalım, öncelikler gayet net...

2002 krizinde halkın 9 milyar lira borcu varken, şu an 550 milyar lira kredi borcu var. Konut ve taşıt satışları geçen senelere göre yarı yarıya düştü. Halen Türkiye’de kriz var mı yok mu yoksa teğet mi geçiyor tartışması yapmanın âlemi ve mantığı var mı? Ak Parti iktidarları süresince inşaata, yani taşa toprağa 550 milyar dolar yatırılmış. Bu da toplanan vergiler ve alınan borçların önemli bir miktarı ediyor. Yani Türkiye bu dönemde tüm parasını pulunu sürdürülebilirliği ve kalkınmaya somut bir katkısı olmayan bir sektöre gömmüş, öyle ki bu sektör hormonlu büyümemizin ciddi bir kısmını teşkil ediyor.

Memleketimizde ekonomik krizi bir an unutturacak gelişmeler olmuyor değil. Biri malum Brunson hadisesi ve kepazeliğiydi. Bir diğeri ise eski Suudi yönetiminin dostu, yenisinin muhalifi olan ve aynı zamanda Washington Post’ta yazan Cemal Kaşıkçı isimli gazetecinin İstanbul’un göbeğindeki Suudi konsolosluğunda vahşice ve göstere göstere katledilmesi. Bu iş öyle alenen yapıldı ki, 15 kişilik ölüm timi elini kolunu sallaya sallaya, birlikte ve hiçbir gizliliğe başvurmadan Türkiye, İstanbul’a geldi, işini halletti, içeriden ceset ve çöp çıkarma görüntülerini ekranlardan izledik ve ardından elini kolunu sallaya sallaya ülkelerine geri döndüler. Nitekim geçen gün de işin başlıca faili konsolos ailesini arkasında bırakarak bir uçağa atladı ve Suudi Arabistan’ın yolunu tuttu. Sarayın gözde isimlerinden İlnur Çevik bile bu olayın uluslararası bir rezalet olduğunu ve Erdoğan ile Suudi kralı arasındaki dostluğun bir ifadesi ve getirisi olarak Türkiye tarafından çok fazla büyütülmediğini yazdı...

İş yine dünyanın jandarması ABD’ye düştü. ABD Dışişleri Bakanı Pompeo çok seri bir şekilde Suudi Arabistan ve Türkiye ziyaretleri ile olayı bağladı, bunu Suudi Arabistan’a karşı bir silaha dönüştürdü. Trump bu ülkeye bütün yatırımların ve satışların durdurulacağını açıkladı. Anlaşılan Trump bu olayın üstünü örtecek yeni milyar dolarlık anlaşmalar noktasında mutabakat sağlayamamıştı. İşin en garip ve ironik tarafı ise, bu öldürme olayı ile ilgili bütün haber ve bilgileri Amerikan basınından öğreniyoruz, Amerikan basını ise doğrudan Türk yetkililerine dayandırıyor. Yani yönetimin istemediği şeyleri konuşup yazamadığımız için, en basit bir habercilikte bile bilgiye dolaylı yoldan, Batı’dan ulaşabiliyoruz. Ne zaman ki Erdoğan olaya ilişkin gerçeklerin ifşa edilmesi için gereken adımları atar, işte o zaman bir sabah 15 gazetede birden Amerikan gazetelerinden hâlihazırda öğrendiğimiz bilgileri manşetten ve birbirinin aynı kelimeler ve ifadeler ile görebiliriz. Yeni Türkiye’de enformasyon prosedürü bu şekilde işler, yeter ki dış güçlere yem olmayalım...