Bir kez daha bir kente; sokaklarına, parklarına, sokaklarındaki kedilere, güvercinlere, bağıra çağıra kaldırımlarda, daracık sokakların betonlarında oynayıp duran çocuklara, binaların balkonlarına aşık olma hallerini yaşıyorum. Umarsızca iki gündür bu kentin sokaklarını yürüyorum. Kente ilk gelişim. Havaalanında olmak için İstanbul’dan doğru hemen hemen sekiz saat yollarda olma halimi hiç anlatmak istemiyorum. Havaalanı yolcu çıkış koridorunda Annelies’in elinde kağıda yazılı ‘Ercan’ yazısını gördüğümde saatlerce sonra bir oh çektim. Yorucu ve oldukça stresli geçen bir yolculuktan sonra yüzünde kocaman bir tebessüm ile karşılanıyor olmanın keyfi/güzelliği bambaşka. Kentin sokaklarına Annelies’in aracı ile girmemiz ile yağmurun bastırması bir oluyor, bu yağmur yağması değil, yukarıdan aşağıya selin boşalması adeta. Aracın sileceklerinin kaldırabildiği suların arasından kente ilk bakışlarımı atıyorum… Başka bir kentte olmak çok güzel!

Sokaklarında bir süre adres aradıktan sonra Annelies beni kalacağım evin kapısına getiriyor. Yağmur hala boşalıyor ve ben araçtan çıkmaktan tereddüt ediyorum. Sonra adının Nerea olduğunu öğreneceğim kadın arkadaş şemsiyesi ile aracın kapısına kadar geliyor ve ben ancak o zaman araçtan iniyorum. Kapıda bizi bekleyen iki arkadaş daha var, Annelies beni arkadaşlara bırakıp boşalan yağmurun altında sere serpe yıkanan sokakların içinde kayboldu. Daracık bir koridordan evin salonuna geçiyoruz. Birkaç dakikada içinde iki Basklı, bir Katalan, bir Kürt fotoğraf objektifine gülümsüyoruz. Tanışmak çok hızlı ve bir o kadar keyifli; havada uçuşan İspanyolca, Kürtçe, Türkçe, Katalanca, Baskça, İngilizce sözcükler arasında bizler hayatlarımıza başka başka hikâyeler eklemeye başladık.

Salonun duvarlarında Alaska, Japon, Nova Zelanda, Noruega, Patagonia’dan doğa manzaraları. Konuşmamızda bu manzaralar içinde Dersim ve Cölemerg’in eksik olduğunu düşünmeye başlıyorum bir an. Katalan, Bask mücadelesi derken özellikle Rojava’ya dair bilgilerinin çokluğu ve süreci çok yakından izlemeleri dikkatimi çekiyor. Benim dil arızamdan dolayı bilgisayarın translate kelimesini aramalarım… Nerea ve Miren Bask’lı, Sergi Katalan. İlerleyen günlerimde de benzer bir atmosfer içinde olmaya devam ediyoruz. Ve ben İspanya değil Katalanya’da olduğuma tamamen ikna oluyorum. Tıpkı Amed’de yaşayıp da Türkiye’yi unutmak gibi.

Benim sokaklar ile olan bağım günün ilk saatlerinde başlıyor. Sergi beni metro istasyonuna bırakıyor ve benim bir kentin sokakları, caddeleri, meydanları ile randevum gerçekleşmeye başlıyor. Becelona’ya içinde bulunduğum mücadele alanları, Türkiye/Kürdistan denkleminde duran İspanya/Katalan ortaklığından uzaktan uzaktan bir sevgi besliyordum. Uzun yıllardır futbol ile arama bir mesafe koymuş olsam bile Barcelona futbol takımını tutmam da bunun benim açımda bir göstergesi. Rampla de Katalanya da iniyorum. Uzayıp giden bir bulvar. Yürümeye başlıyorum. Kaybolma korkusu ile bu bulvardan doğru yürürsem geri dönüşümün kolay olacağını düşünüyorum.

Günün ilk saatleri, bulvarın sağlı sollu kurulu büfeleri arasında yürümeye başlıyorum. Hediyelik eşya büfeleri, çiçekçiler, tohum satan dükkânlar, turistler için danışma yerleri… ağaçların gölgesinde yürümeye devam ediyorum. Rahat, güleç, bağıra çağıra konuşan insanların arasında yürümeye devam ediyorum. Bulvarın sağlı sollu caddesi üzerindeki binalara dalıp dalıp ara ara önümdeki, yanımdaki insanlara çarpıyorum. Binaların balkonlarında sarkmış bayrakların çokluğunu daha sonra Sergi’den öğreniyorum, yakın bir zamanda Katalanya bir kez daha bağımsızlık için referanduma gidecek. Bulvarın sonunda denize açılıyorum, sağa mı sola mı devam etsem diye düşünüyorum. Soldaki tepe çekiyor beni ve önce sokak arasında bir markete uğruyorum. Hem acıktım, hem de içecek bir şeyler almalı. Yanıma aldığım şeyler ile tepeye doğru yürümeye başlıyorum.

Tepeye nereden çıkmalı, sağdan bir yol var, araçlarında içinden geldiği, oradan yürüyorum, bir yere geliyorum, yanlış yürümüşüm, ya kestirme bir yoldan çıkmalı ya da geriden geri yürümeliyim 15 dakika. Kestirme yol diyorum, demez olaydım, bir yere çıktım, önüm duvar ve tel örgüler, aşağısı uçurum. Antalya’da Raiflerin tepesine çıkarken de yaşamıştım buna benzer bir şey. Dönmek istemiyorum, düşer yuvarlanırım endişesi ile tırmanmaya devam ediyorum. Önce çantamı duvarın üzerine bıraktım, sonra korkuma baskın gelerek duvarı tırmandım, tel örgüsünden atladım ve bu sırada benim kapri de çiviye takıldığında darbeyi alıyorum.

Duvardan indim ama burası neresi, galiba bir aşağıda gördüğüm otelin arka bölümü diyorum, yürüyerek bir koridora vardım ve oradaki merdivenlerden yukarı çıktım. Terden tişörtüm üzerime yapışmış. O aralıktan çıkıp parktaki bir bankın üzerine bırakıyorum kendimi. Biraz soluklanmak iyi geldi. Parkın içindeki kuş sesleri, fıskiyeden gelen su sesinin ahengi… Poşetin içindekilerden bir miktar yiyerek yoluma devam ediyorum. Yukarı çıktıkça Barcelona kentinin daha geniş alanını görmeye başlıyorum. Parkın içinde keyifli yolculuğum daha yeni başlıyor, yürüdükçe park büyüyor. Az ileride taraça gibi bir yere varıyorum… İŞTE GÜZELLİK!

Devam edecek…