Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde, son zamanlarda iyice çığrından çıkan ve Avrupalıları da öfkelendiren Sarkozy’yi savunmak için söz alıp, Erdoğan’a “inanç özgürlükleriyle” ilgili soru soran Fransız parlamentere, Başbakan'ın “Siz Türkiye’ye Fransız kalmışsınız” demesi birçok insanın çok hoşuna gitti.

Doğrusu ben onlardan değilim.

Sadece o sözleri değil bütün konuşması benim için hayal kırıklığı oldu.

Erdoğan’dan daha üst düzeyde, daha etkileyici, daha ağırbaşlı, daha kapsamlı, “demokrasi” açısından daha ikna edici bir performans beklerdim.

Ama bana sorarsanız, Fransız temsilciye “Siz Türkiye’ye Fransız kalmışsınız” diyen Başbakan'ın asıl kendisi Avrupa’ya Türk kaldı.

Bence konuşmanın bütün kurgusu hatalıydı.

Erdoğan konuşmasını neredeyse tümüyle “siz-biz” çekişmesi üstüne kurmuştu; halbuki bir Türk’ün başkanlık ettiği, içinde Türk temsilcilerin de bulunduğu, “Avrupalı” bir heyete, o heyetin bir “parçası” olarak hitap ediyordu.

Demokrasi konusunda “ortak değerlerin” kabul edildiği bir zeminde, bu ortaklığa değil de “farklılığa” vurgu yapmak, Avrupa’nın demokratik değerlerinden farklılaşmak anlamına geliyordu.

Peki niye böyle farklılaşıyordu Türkiye’nin başbakanı?

Avrupa’nın “demokratik” standartları mı yanlıştı yoksa o standartlara uyum sağlayamayan Türkiye mi?

“Niye kitap toplatıyorsunuz” diyen Avrupalılar, bunu Türkiye’ye ya da Erdoğan’a kızdıkları için mi soruyorlardı yoksa onların demokrasi anlayışında kitap toplatmaya yer olmadığı için mi?

“Kitap toplatmaya” karşı çıkan bir anlayışla "didişip”, kitap toplatmayı haklı göstermeye çalışan bir konuşma yaptığınızda, bu, sizi mi yoksa sizi eleştirenleri mi daha “demokrat” bir zemine yerleştirir?

Bu noktada Avrupalılardan farklılaşmak çok mu övünülecek bir durum olur?

Erdoğan, “Yargı bağımsızdır” dedi kendisine “kitap toplatmayı” soranlara, Avrupalılar işi uzatmadılar ama herhalde akıllarından şu soru da geçmiştir:

“Bağımsız yargının uyguladığı yasaları sizin çoğunlukta olduğunuz parlamento yapmıyor mu?”

Erdoğan, “yüzde on barajı” konusunda da doyurucu bir cevap veremedi.

Yetmiş milyonluk bir ülkede “yüzde on” dediğinizde milyonlarca insandan söz ediyorsunuz; “siyasi istikrar” adına milyonların iradesinin parlamentoya yansımasına engel olmak, “ileri demokrasiye” pek de uygun düşmüyor, bunu savunmak çok da demokratik gözükmüyor.

Bu konularda Avrupalılarla “didişmek” Türkiye’yi de, Erdoğan’ı da “demokrat” yapmaz, olsa olsa “siz bize karışamazsınız, biz bu ölçüleri kabul etmiyoruz” anlamına gelir.

Buradan da “Türkiye’nin özel şartlarına” varırız.

Biz, bu tavra yabancı değiliz, bu mazereti daha önce “ordu ve ulusalcılar” kullanıyordu, şimdi “demokrasi öncülüğü” yapmak istediğini söyleyen bir başbakan aynı mazerete sığınınca, insan ülkesinin ilerlediğini değil, aynı yerde patinaj yaptığını düşünüyor.

Mazeret hep aynı, mazereti kullanan değişiyor yalnızca.

Bu da doğrusu bana iç acıtıcı gözüküyor.

Erdoğan’ın, bu konuşmasındaki sertliğini Davos’taki sertliğine benzetenler de oldu.

Davos’ta Erdoğan, Gazze’de yapılan bir haksızlığa, çocukların vahşice öldürülmesine karşı çıkıyordu, haklı bir zemindeydi ve Avrupa’nın büyük çoğunluğundan da destek bulmuştu.

Strasbourg’da kavga ettiği ise “demokratik” değerler.

Arada nasıl bir benzerlik kurulabileceğini doğrusu ben pek anlayamadım.

Başbakan, üyesi, ortağı olduğumuz bir kurumda, o kurumun değerlerini baştan kabul ederek konuşmaya başlayıp sonra da “Siz karışamazsınız, size sormayacağız” diyerek o değerlerden ayrıldığında, böyle davrandığı için Türkiye’deki milliyetçilerden ve ulusalcılardan alkış alabilir, alacaktır da.

Ama Avrupa’yı “yabancı” olarak gördüğünüzde, onun “demokratik standartlarını” reddettiğinizde, bu, “Çankaya’ya başörtülü first lady çıkamaz” diyenlerle, “367 kararını alanlarla”, seçilmiş hükümetlere muhtıra verenlerle, Avrupa’nın demokratik değerlerinden nefret edenlerle aynı cepheye sürükler sizi.

İktidarına Avrupa’ya ve demokrasiye doğru yürüyerek başlayan Erdoğan’ın şimdi katılmak istediği “cephe” bu mu?

Dünyanın “seçkin” liderlerinden biri olabilecek, bu kapasiteye sahip bir politikacı, uluslararası siyasetteki varlığını bundan böyle “Esad’ın, Aliyev’in, Ahmedinejad’ın, Putin’in” dostluğuna mı dayandıracak, bu diktatörlerle mi anılacak?

Erdoğan, Avrupa’nın her zemininde, bütün Avrupalılardan alkış alabilecek konuşmalar yapmış bir liderdi.

Şimdi konuşması alkışlanmıyorsa, bunun nedenini iyi tahlil etmek lazım.

Birisi, Avrupa’nın “demokratik” değerlerinden vazgeçiyor demektir.

Bu kim, Erdoğan mı, Avrupalılar mı?