Avrupa politikacıları ürkek ve yaşlı toplumlarına güvenlik politikalarından başka bir istikbal sunamaz hale gelmişti. Sağlık sigortası, emeklilik sigortası, iş güvenliği, satın alma gücü garantisi, içeriye asayiş, dışarıya güvenlik ve savunma... Bu garantiler ve sigortalar ne tuhaftır ki Avrupa Birliği bütünleşmesiyle AB üyeleri arasındaki iç sınırlarının kalktığı, 1989’dan sonra Avrupa’yı bölen Berlin duvarının yıkıldığı ve yirmi yıldır hızla küreselleşen bir ortamda giderek kemikleşti. Avrupa’nın şizofrenik ruh hali de tam burada neşet ediyor. Bir yanda topyekûn bir dışa açılma, aynı zamanda topyekûn bir içe kapanma. Bir yanda önü alınmaz bir yenilenme, biteviye yeni yüzlerle karşılaşma, diğer yanda korkuyla kendine benzediğini sandığına sarılma, içe sığınma, gözlemcilerin Avrupa Kalesi dedikleri siyasi, hukukî ve esasen ruhi saplantı. İşte bu marazi durum yıllardır siyasete dönüştürülüyor. Bugün istisnasız her Avrupa ülkesinde eski tabirle ‘aşırı sağ’ partiler mevcut. Kıtanın aydınlanma çağından bu yana varolan liberal kalelerinde dahi: Hollanda, İngiltere ve İsveç’te... Bu partiler Avusturya, Fransa, İtalya’da yüzde 20’ler mertebesinde oy alıyorlar ve siyasi temsil anlamında kat’iyen artık marjinal değiller. İdeoloji babında ise çoğu ülkede klasik partiler arasında anılıyorlar. Pek çok ülkede doğrudan veya dolaylı koalisyon ortağı olarak hükümet ediyorlar. Yerel yönetimlerde gözle görülür şekilde mevcutlar. Giyim kuşamları, dilleri ve tavırları son derece sıradan: İsviçre’nin minare takıntılı Freysinger’i at kuyruklu cana yakın bir aile babası, Avusturya’nın Strache’si Che Guevara tişörtüyle dolaşmaktan çekinmeyen bir politikacı. En mühimi ve en vahimi de eski aşırı sağdan farklı olarak çoğunlukça kabul gören pek çok siyasi ve içtimai duruşa gözlerini kırpmadan ve gayet doğal biçimde sahip çıkmaları. Örneğin, Nilüfer Göle’nin yıllardır işaret ettiği feminizm ve laiklik... Dikkat edilirse bu sahiplenme, İslâm’ın değerlerine karşı ve bunların kıtanın değerleriyle ayrıştığı varsayımı üzerinden tanımlanıyor. Mahreme ve dinin kamusal alandaki varlığına yapılan vurgu ve itirazlar özellikle Batı Avrupa’nın ‘yeni sağ’ olarak adlandırılması gereken partilerinin ortak özelliği. Hükümet programları da ağırlıklı olarak bu itirazlarla şekillenerek yabancı ve İslâm düşmanlığı olarak somutlaşıyor. Hedef İslâm’ın ve Avrupalı olmadıkları farzedilen Müslümanların kıta dışına sürülmesi ve farazî Avrupalı kimliğinin galebe çalması. Birçok partinin ‘özgürlük’ sıfatını kullanması bu unsurlardan ‘kurtuluşu’ simgeliyor. İçerikte kıtanın batısıyla doğusu arasında fark var. Eski komünist doğuda ırkçı partiler bildik ‘aşırı sağ’ tanıma daha yakın. Hedefleri komşuları olan halklar. Sırp ırkçısı Hırvat, Macar ırkçısı Romen, Bulgar ırkçısı Türk, Slovak ırkçısı Macar düşmanı vs. Topunun günah keçisi ise Romanlar.

Korkudan saldırıya

Irkçı damar Ortaçağ’daki Yahudi düşmanlığına uzanıyor. Bu damarın daha dünkü icraatı ise Yahudi ve Roman soykırımı. Yani vukuat ağır. Norveç’teki katliamla birlikte bugün gelinen yerin vahameti tam da burada. 1945’te, 1914’ten itibaren sürmüş katliamlar sonucunda ‘Bir Daha Asla’yı şiar edinmiş Avrupa ciddî bir hafıza kaybıyla mustarip. Yukarıda tarif edilen siyasi partilerin doğal uzantıları olan silahlı milisler kalabalık olmasalar da korkudan saldırıya terfi etmiş olan bir siyasetin temsilcileri. Tartışma kaldırmaz radikallikleri, ulusdevlet sınırlarını aşan kıtasallıkları ve kurtarıcı haçlı şövalye esvapları açıkça El-Kaide’yi çağrıştırıyor. Yine de ve son tahlilde, siyasetin temeli olarak kimlik vurgusu açıkçası biraz havada kalıyor. Kendi arasında ve diğer ülkelerle had safhada bütünleşmiş olan kıtanın kültürel, dini, etnik, iktisadi ve siyasi manada türdeşliği, homojenliği kalmış olabilir mi? Fransa’da Sarkozi döneminde başlatılan, o sıfatı taşıyan bir bakanlığın kurulmasına kadar giden ‘ulusal kimlik’ arayışının fiyaskosu ortada. Zira ötekiden kaçış, kurtuluş yok. Avrupa çokkültürlülükten çok başka bir yerde ve melez. Bu anlamda Avrupalının ötekisi ta kendisi. Eh kendinden kaçmanın da bir haddi var, çünkü sonrası intihar. Dezenformasyona balıklama atlayanlar.
Pazartesi Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın bir müsamere vesilesiyle gençlere ‘Karabağ’ı biz aldık Ağrı’yı da siz alacaksınız’ mealinde bir laf ettiği haberi dolaştı. Türkiye ile koşulsuz barış isteyen Ermenistan’ın baş sorumlusunun böyle bir ifade kullanamayacağına, hatta kötü dönemlerde dahi böyle ifadeler kullanılmadığına binaen işkillendim. Derken Çarşamba bizim Dışişleri resmi bir kınama açıklayınca iyice şaşırdım. Cımbızlanmış haber üzerinden politika belirleyerek Bakü’de Ermenistan’dan özür bekleyen Başbakan’a ise şaşırmadım. AGOS gazetesinde tam beyanın Türkçe çevirisi var, okuyup koskoca devletin Başbakan’ın Azerbaycan ziyareti öncesinde Bakü mahreçli ve Zaytung tadındaki yanıltma habere atlamasının arkasındaki gayriciddiyete gülebilir veya ağlayabilirsiniz.