4 Nisan’da başlayan Evren-Şahinkaya davasının ardından gelen 28 Şubat darbe soruşturması ve mecliste kurulan 12 Mart ile 27 Mayıs darbeleri araştırma komisyonu sayesinde 27 Nisan muhtırası dışındaki tüm darbelere el atılmış durumda. On yıllardır adalet bekleyen mağdurları için, darbelerin karanlıklarında kaybolmuşların yakınları için ayrı yerleri var bu davaların.

Darbe hiyerarşisi yapmaksızın, 12 Eylül’ün yoğun askerî darbe tarihinin dönüm ve doruk noktası, bir nevî paradigması niteliğinde olduğu açık. Dava, bu darbeyle kurulan yapının kuşatmasından azat edilmenin, ülkenin üzerine geçirilen deli gömleğinden kurtulmanın, kalıcı askersizleşmenin kapısını aralıyor. Açıkçası, darbecilerin kendilerini aklamak üzere anayasalarına yerleştirdikleri geçici 15. maddeyi kaldırılarak bu davayı mümkün kılan 12 Eylül 2010 referandumdan “evet” çıkmasının değeri şimdi idrak ediliyor. Referandum tartışmalarında bu noktayı ısrarla görmezden gelenler bugün müdahil.

Türkiye darbecisiyle hesaplaşma konusunda daha toy. Tek parti dönemi sonrasında darbeye yeltenenlerle toplum değil, muktedirler hesaplaşmıştı. Mesele askeriyenin siyasetteki meşruiyeti değil, darbelerin zamanlaması, üslubu ve küstahlık boyutlarıydı. Nitekim adlî süreçler sonucunda verilen cezalar hiçbir şekilde o meşruiyeti hedef almadığından darbe âdetinin önü alınamadı. Bugün de, bir anlamda benzer riskler mevcut.

Üç koşut süreç

Birbiriyle bağlantılı üç askersizleşme çalışması söz konusu olan. İlki adlî süreç: Askeriyenin siyasete müdahale geleneğiyle hesaplaşma ve mağdurlara adalet ki başlayan ve süren davalar bu ihtiyaca karşılık geliyor. İkincisi bu konumun temellerini oluşturan askerî özerkliklerle mücadele ve özerkliklerin ilgası ki bu konuda kurumsal hukukî çerçevenin varlığından söz etmek daha mümkün değil. Üçüncüsü İttihat Terakki döneminden bu yana toplum, siyaset ve hukukun dokularına işlemiş olan askerî zihniyetten arınma ki bu uzun soluklu sosyolojik ve politik bir süreç.

Önümüzdeki risk adlî süreç yani süren mahkemelerin diğer iki askersizleşme mesaisini perdelemesi ve böylece askersizleşmenin akamete uğraması. Diğer bir deyişle darbecileri ve darbeci çıraklarını yargılamanın askersizleşme sanılması. Bu yanılgıyı bertaraf etmenin anahtarı toplumsal hassasiyet kadar siyasî iradedir.

Bugün hâlâ, askeriyenin siyasete müdahalesinin temellerini oluşturan malî ve hukukî özerkliğinin ilgasına yönelik reformlar beklemede. Mali özerklik açısından, Sayıştay Yasası’nda askerî ihale, mekân, mal ve harcamalar denetim kapsamında yer alıyor ama ülke güvenliği gerekçesiyle denetim raporları gizli. Hazırlanacak raporlara ilişkin düzenlemelerin nasıl olacağı Genelkurmay, Savunma, İçişleri ve Sayıştay’ın görüşleri doğrultusunda Bakanlar Kurulu’nca çıkarılacak yönetmelikle belirlendi. Benzer gizlilik ilkesi başka ülkelerde de var ancak silâh projeleriyle ilgili, harcamalarla değil. Ve genelkurmayın, kendi malî denetiminin denetleyicisi olduğu bir model, hiçbir demokratik ülkede yok.

Askeriyenin hukukî özerkliği de çetrefilli. Seçilmiş iktidarlar karşısındaki kadim statüsünden kaynaklanan yıllar boyunca kemikleşmiş ayrı bir hukuk sistemi var. Yani paralel hukuk! Misalen hükümet 12 Eylül 2010 referandumuyla yapılan anayasa değişikliği uyarınca darbe yapanların adlî yargıda yargılanmalarının yolunu açtı ancak darbe dışında siyaset yapmaya devam eden askerin adlî yargıda yargılanmasının yolu hâlâ kapalı. Anayasanın 145. maddesi uyarınca askerî mahalde işlenen ve Ceza Yasası kapsamında, anayasal düzen, parlamento ve hükümete karşı işlenen darbe suçları, süregelen mahkemelerde görüldüğü gibi artık adlî yargıda. Ama askerî beyanlar daha bu kapsamda değil. Seçilmiş otorite, darbe dışında kalan vesayetçi tasarruflara dokunamaz halde. Bunun veciz örneğini anadilde eğitim konusunda fikir serdeden Genelkurmay Başkanı’nın beyanıyla gördük.

Özerkliğin anası ise, ordunun tasarrufuna bırakılmış iç ve dış “rezerv alanlar” dolaylı otonom adacıklardır. PKK ile mücadele, Ege kıta sahanlığı ve Kıbrıs sorunları seçilmişlerce ya da İç Hizmet Kanunu uyarınca askeriyeye ihale edilmiştir. Demokratik bir ülkede askerî konularda son söz siyasetin olmalıdır.

Asker-sonrası bir toplum için

Süregelen darbe dava ve soruşturmalarının askerî zihniyetin sorgulanmasının önünü açabilmesi ve askersizleşmeyi kalıcı hale getirebilmesi için uzun erimli hukukî, siyasî ve idarî kararlara ihtiyaç var.

Adlî süreçte, yargılamanın yanında adalet-hakikat-tazminat-iade-i itibar mekanizmalarının hayat geçirilmesi şart.

Askerî vesayet babında, yeni bir anayasa ve yasalarda “mıntıka temizliği” sayesinde son otuz iki yıldır ülkeyi zapt-u rapt altına alan askerî mühendisliğin altyapısını kazımak ve askeriyenin özerk alanlarını ilga etmek gerekiyor.

Askerî politikada, iç ve dış savaşları sonlandırmak, askeri eğitim müfredatını yeniden oluşturmak, savunma sanayindeki şehveti dindirmek, vicdanî red yapısını kurmak ve askerî konularda sivil uzmanlık oluşturmak lâzım.

Askersizleşme ve asker-sonrası demokratik topluma vasıl olmak meşakkatli iş, sadece darbeci yargılamak veya öç almakla erişilecek bir mertebe değil.