Millet, hayali bir topluluğa karşılık geliyor ve söylemsel olarak oluşturuyor. Yoksa doğa millet falan yaratmıyor, sadece bireyler yaratıyor. İdeolojik söylem olarak milliyetçilik, biz ve ötekilerin üzerine kurulur. Bu dil, futbolda milliyetçilik görüngülerinin hemen her alanına nüfuz etmiş durumda. Başka bir tarafıyla da, hiçbir spor futbol kadar ülkelerin sahip çıktığı ve milli kimliğin göstereni haline gelmedi.

Futbolun içine sızan milliyetçilik görüngüleri dünyada benzer özellik gösteriyor. Futbol, milliyetçiliğin av sahalarından birisi hatta en önemlileri arasında yer alıyor. Kitle ruhunu bir parçası yapıp ondan beslenen, düşmanlık esasına dayayan, düşünceden çok duygusal dünya üzerine yaptığı göndermelerle kapladığı alanı genişleten milliyetçilik için en uygun zeminlerden birisi futbol.

Türkiye

1890’larda, Osmanlının batıya açılan Selanik, İzmir ve İstanbul gibi kentlerinde yeşil alanlar meşin yuvarlakla tanışıyordu. Aynı yıllarda da İngiltere’de futbola işçi sınıfı damga vuruyorken, Osmanlı da şekkinler futbolda öne çıkıyordu. Cumhuriyete geçişle beraber, futbolun, bu gelişiminden bağımsız olmayan bir milliyetçi doğum lekesiyle ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Osmanlı’dan Cumhuriyete geçerken ulusal sembollerden birini de milli lig oluşturuyordu. Milli lig bütünleştirici bir adımlardan biriydi.

Futbol, cumhuriyet döneminde İki savaş arası dönemde (Kemalist kadrolarda futbola –kulüpçülüğe dayalı olması- karşı yayılan tepkiler) geri planda kalsa da (daha çok beden terbiyesine yönelik pratikler öne çıkarken), futbol sonraki dönemde futbol ulusal sembollerden biri olarak var olmaya devam etti, ediyor da.

Bugün bir milli maç veya bir takımın Avrupa kulüpleriyle oynadığı maçlardan sonra –özellikle de galibiyet- medyanın nasıl şoven milliyetçi bir dil kullandığını görüyoruz (Denize döktük’ten başlayan ve Yunanistan’ın fethine kadar uzanan bir dil…). Benzer bir dili yurtdışında yetişen Anadolu menşeli oyuncular içinde kullandığını söyleyebiliriz (Madrid'de Türk aslanı gibi).

Bunun yanı sıra yabancı oyuncu sayısı Türkiye’de her zaman milliyetçilik sorunsalı içinde tartışılan konulardan biri. Serbest bırakılsın ya da kısıtlansın ikiliği, bir ulusal sembol olan ulusal takıma etkileri açısından ele alınıyor ve bu da şoven milliyetçiliği üretiyor.

Türkiye’de spor medyasında hemen her gün karşımıza çıkanları şoven milliyetçiliğin bir parçası olarak ele aldığımızda durumun aslında bir İngiliz, bir Alman ya da bir İtalyan basınına benzerlik taşıdığını görebiliyoruz. Basının milliyetçiliği yeniden üretiyor olmasına öncelikle bir sorunsal meselesi olarak bakmamız gerekiyor. Söylemlerinin karşıtını koymak bile milliyetçilik sorunsalına dahil olmayı getiriyor. Örneğin Galatasaray’a “Avrupa Fatihi” nitelemesini (veya Avrupa Avrupa duy sesimizi, işte bu Türklerin ayak sesleri! Tezaruhatı gibi) artık gündelik hayatta insanların dilinde yeniden üretilen bu sorunsalın bir parçası olarak ele almamız gerekiyor. Mesele fatihi olup/olmadığı değil, bu nitelendirmenin milliyetçilik sorunsalına dahil olduğunu vurgulamak gerekiyor. Bu ve bunun gibi birçok nitelemeyi ya da söylemi her gün spor medyasının tv, gazete vs.’lerinde görüyoruz.

Tabi burada Diyarbakırspor’a karşı yapılanları vurgulamamız gerekiyor. Diyarbakırspor, 1968’ten bu yana tarihinde, resmi ideolojinin entegrasyon projesi olarak öne çıkartılmaya çalışıldı ve bu süreç, tam da Diyarbakırspor’un içini boşaltmak için, sahiplenme ve koruma (!) maskesiyle (2009’da Diyarbakırspor için yapılan yardım gecesini hatırlayalım) kulübü, endüstriyel futbolun ilişkilerine dahil etmeye çalışılmasıyla okuyabiliriz. Buradaki mesele, politik süreçle yakından ilişkili. Bu noktada iki politikadan bahsedebiliriz: İçselleştirerek kimliksizleştirme ya da kimliğini tanıyarak dışlama. Diyarbakırspor’un yönetimine, söylemlere vb. kadar uygulanan tüm politikaları bu düzlemde değerlendirmek gerekiyor.

Türkiye liglerinde milli marş, artık futbol karşılaşmalıyla ritüelleşmiş bir görünümü olsa gerek milliyetçiliğin. Kaldırılması yönünde spor medyasında yorumlarla karşılaşabiliyoruz. Fakat bunlar yine milliyetçilik sorunsalı içinde kalıyor.

Avrupa

Futbol yoluyla şoven milliyetçiliğin fotoğrafını çok da uzun olmayan bir süre önce Yugoslavya’nın parçalanması sırasında izlemiştik (EURO 2000 elemelerinde Yugoslavya-Hırvatistan maçını hatırlayabiliriz).

Başka bir örnek daha verelim: Nazilere karşı direnen Dinamo Kievli oyuncular… 1942’de Hitlerin takımını bozguna uğrattıktan sonra kurşuna dizildiler. Ne büyük tesadüf ki, aynı Dinamo Kiev, daha sonra V. Lovanovski’yle beraber futbolda devrim yapacak ve süper kupa finalinde ‘yıldız’lar karması Bayer Münih’e ‘futbol’ izlettirecekti. Bugün kapitalizmle geçirmeye devam ettiği ve endüstriyel futbol olarak nitelediğimiz, daha karmaşık iktidar ilişkilerini barındıran, sadece kitlelerin afyonu olarak algılayamayacağımız, aynı zamanda tahakkümün olduğu yerde direnişin de olduğu, farklı düzlemlerde mücadelenin olduğu bir alan futbol.

Statlarda ırkçılık eylemelerine birçok Avrupa ülkesinde rastlayabilirsiniz. Özellikle Afrika kökenli oyunculara karşı maymun sesleri çıkarma ya da taklidini yapma, sözlü saldırılar vb. şeklinde cereyan eden eylemlere İspanya’da, İngiltere’de, İtalya’da, Almanya’da statlarda görebiliyoruz.

Görünürde FARE (Football Against Racism in Europe) Avrupa ülkeleri bu saldırılara karşı yasal önlemler almaya çalışıyor. 2001’den itibaren FARE, FİFA ile işbirliğiyle içinde.

Sürecin toplumsal ilişkilerden bağımsız olmadığını vurgulamamız gerekiyor. Bunun yanı sıra bazı ülkelerde tarihsel olarak süregelen yabancı düşmanlığına yatkın grupların daha da güçlenmesine ve özellikle göçmenlerin ötekileştirilmesine yol açıyor. Kapitalizmin en ileri aşamasının yaşandığı Batı Avrupa’da, toplumlarda artan ırkçılık eylemeleri ve bunun statlara yansımasını sistemin gelişiminden ayrı değerlendiremeyiz.

Bu noktada FARE ve FİFA’nın yaptıklarını da, birkaç kişiden oluşan bir grubun yaptığı ırkçı eylemler olarak algılamak ve onlara para cezası ya da statlara girmeme cezası vererek ırkçı eylemleri yeniden üretmekten ibarettir.