Geçen hafta Kaliforniya’daki Oakland Enstitüsü tarafından yayınlanan bir rapor* Afrika kıtasında devam eden toprak yağmasını uluslararası manşetlere taşıdı. Rapor, Mali, Etiyopya, Tanzanya ve daha birçok ülkede geniş tarım arazilerinin nasıl yatırım fonları ve spekülatörler aracılığıyla zengin yabancı yatırımcılara satıldığını veya uzun süreliğine kiralandığını gözler önüne seriyor. Bu topraklar gittikçe önemi artan global tarım ve gıda marketinden pay kapmak, ihracaata yönelik, karlılığı yüksek, biyoyakıt üretmekte kullanılan şeker kamışı, şeker pancarı ve mısır gibi tarım ürünlerinden para kazanmak isteyen yatırımcılar için önemli fırsatlar barındırıyor. Afrika’daki toprak transferleri aslında yeni değil. Bir süredir, nüfusunu doyurmaya yetecek kadar tarım alanına sahip olmayan Çin ve Suudi Arabistan Afrika’da tarım arazisi alıyor.

Yeni raporun şaşırtıcı yanı, Afrika’da toprak kapma yarışına Harvard başta olmak üzere Kuzey Amerika’daki belli başlı üniversitelerin de katılmış olması. Harvard gibi üniversitelerin varlığı büyük ölçüde üniversiteye yapılan bağışlara ve bu bağışların yatırımlar aracılığıyla değerlendirilmesine bağlı. 2008 krizine yol açan ‘riskli’ yatırımlardan canı yanmış ve mali varlığının yüzde otuzunu kaybeden Harvard Üniversitesi, şimdilerde Londra merkezli bir yatırım şirketi aracılığıyla Afrika’da toprak alıyor. Çıkan haberlere göre Emergent 500 milyonluk bir fonu yönetiyor ve bu yatırımlardan yüzde 25’lik bir kar bekliyor. Bu toprak transferleri, bu topraklardan geçimini karşılayan dünyanın en yoksul halkları için yerinden ve yiyeceğinden olmak demek.

Anlaşmalar genellikle kanuna aykırı değil çünkü toprak onu kullananların tapulu malı değil. Bu açıdan ‘gasp’ ve ‘yağma’ olarak nitelendirmek ilk bakışta doğru olmayabilir. Ama toprak transferleri büyük haksızlıklar içeriyor. Yabancı yatırımcılar ile yoksul Afrikalı köylüler arasındaki küresel eşitsizlik bu haksızlığın temeli. Buna bir de bu ülkelerdeki siyasal ve ekonomik baskı ve eşitsizlik eklenince toprak anlaşmalarının nasıl bir adaletsizlik içerdiği ortada. Kanunen üzerinde yaşadıkları toprakta hakkı olmayan köylüler için yabancı yatırımcılara ve onların yerel işbirlikçilerine karşı koymak mümkün değil. Ancak çoğu işbirlikçi için de karlar çok yüksek değil. Yatırımcılar toprakları çoğu zaman çok komik meblağlar karşılığında elde ediyorlar. Örneğin, toprakların %94’ünün örfi hukuka göre idare edildiği Zambiya’da toprak anlaşması kabile liderinin iznini gerektiriyor, bu iznin bedeli ise, Oakland Enstütü direktörü Anuradha Mittal’a göre kimi zaman sadece bir şişe Johnnie Walker.

Kimilerine göre geçimlik tarım üretiminde korunacak ve özlenecek bir yan yok. Tam tersine böyle yaşayan toplumlar açlığa ve sefalete karşı savunmasızdırlar. Fon yöneticileri de, toprak transferlerinin ‘tarım yatırımı’ olduğunu ve hem yerel halka iş ve aş hem de bölgede tarım üretiminin gelişmesine ve ekonomik büyümeye imkan sağlayacağını iddia ediyorlar. Ancak yapılan araştırmalar bu iddianın doğru olmadığını gösteriyor. Yatırımlar, iş ve aştan çok topraksızlaşma, çevresel tahribat, su kaynaklarının kaybı, daha da çok yoksullaşma ve kıtlığa yol açıyor.

Afrika kıtası kullanışlı ve kullanışsız topraklar olarak ikiye ayrılmış gibi. Kullanışlı olanlar, tekinsiz sermaye yatırım modellerinin hedefi olurken, kullanışsız olanlar ‘kayıp kıta Afrika,’ kara delik. İkisi de köle ticareti, sömürgecilik ve neo-sömürgecilik tarihinin ağırlığı omuzlarında varolmaya çalışıyor.



* http://media.oaklandinstitute.org/publications