Başlık benim değil, Müslüm Gürses’in bir albümünden. Necmi Erdoğan’ın derlediği Yoksulluk Halleri kitabından alıntıladım. Kitap, yoksulluk tartışmalarının 2001 krizinin de etkisiyle ‘Öteki Türkiye’ çerçevesinde ülkenin gündemine oturduğu bir dönemde yoksulluğu, yoksulların seslerine ve deneyimlerine yer vererek analiz ediyor ve yoksulluğun kültürel ve siyasal madunlukla kesişen yanlarını gözler önüne seriyordu. Kitabın en önemli katkısı sosyo-ekonomik hiyerarşilerin yapısal ve ilişkisel olarak nasıl insanların benliklerini kurduğunu, algılarını ve duygularını nasıl şekillendirdiğini anlatmasıydı. Yoksulun derdi sadece hayatı doğru düzgün idame ettirecek kaynaklardan yoksun olmak değildi. Sorun aynı zamanda kendisi ile yoksul olmayan arasındaki farklar, farklı olduğundan dolayı yoksun kaldığını bilmek ya da aradaki farkın benliğinde açtığı yaralardı. Fark yaralarıydı.

‘Fark yaralarını’ sadece Türkiye’deki maduriyetin arabesk dili olarak okumayın. Fark yaralarının belki en iyi anlatıcılarından biri Amerikalı sosyolog Richard Sennett’tir. Sennett bir meslektaşı ile 1960’ların sonunlarında Boston’daki işçiler ile yaptığı mülakatalara dayanan ve maalesef hala Türkçe’ye çevrilmemiş kitabı The Hidden Injuries of Class’da (Sınıfın Saklı Yaraları) var gücüyle çalışıp maddi rahata bir ölçüde kavuşmuş olsa da kendini hala ezik ve değersiz hisseden insanları anlatır. Bu insanlar, içiçe geçmiş ekonomik ve etnik hiyerarşilerinin alt katmanlarında ne kadar çalışsalar da yukarıdakiler kadar ‘saygıdeğer’ olamayacaklarını bilirler. Gündelik hayattaki asimetrik ilişkiler ve değer yargıları onlara sürekli toplumdaki konumlarını hatırlatır. Çocuklarının kendileri gibi olmasını istemezler, kendilerine bahşedilmeyen saygınlığı çocukları için ümit ederler. Sennett’in anlattığı mavi yakalı işçiler toplumsal ‘aşağılığın’ açtığı saklı yaraları taşırlar.

Hem Müslüm Baba’nın hem de sosyal bilimlerin dilinde ‘fark yaraları’ ezilmişliği anlatan bir metafordur. Ancak biyoloji ve sağlık alanında yapılan araştırmalar bize ‘fark yaralarının’ gerçekten de öldürücü olabileceğini gösteriyor. Britanyalı epidemolog ve toplumsal sağlık uzmanı Richard Wilkinson uzun süredir yaptığı çalışmalarda sınıfsal farkların fazla olduğu toplumlarda insanların daha hasta, daha saldırgan, daha üzgün olup daha genç öldüğünü gösteriyor. Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası ve Dünya Sağlık gibi organizasyonlar tarafından yapılan sağlık araştırmalarını sosyolojik bir bakış açısıyla okuyan Wilkinson, Kate Pickett ile ortaklaşa yazdığı 2009 tarihli The Spirit Level (Ruh Hali) ve 2005 tarihli The Impact of Inequality (Eşitsizliğin Etkisi) kitaplarında, zengin ülkelerin fakir ülkelere göre daha sağlıklı olmaları önermesinin her zaman doğru olmadığını iddia ediyor. Örneğin, sağlık ile ekonomik durum arasındaki pozitif korelasyon Yunanistan’daki yaşam süresinin neden ortalama gelirin iki kat daha fazla olduğu Amerika Birleşik Devletleri’ndekinden daha uzun olduğunu açıklamıyor. Wilkinson, bu ve bunun gibi birçok farklılığın, şiddet, beslenme, sigara kullanımı gibi diğer faktörleri eledikten sonra, toplumsal hiyerarşilerin yaratığı stresle doğrudan ilişkili olduğunu kanıtlıyor. Buna göre ABD’nin sağlık verilerinin diğer gelir seviyesi aynı ve daha aşağıda olan ülkeden kötü olmasının sebebi, sosyo-ekonomik hiyerarşinin ortaya çıkardığı stresle ilişkili. Wilkinson’ın argümanlarını Stanford Üniversitesi nörobiyologlarından Robert Sapolsky’nin araştırmaları destekliyor. Sapolsky’nin Why Zebra Do Not Get Ulcers (Zebralar Neden Ülser Olmaz) adlı kitabı toplumsal hiyerarşilerin yarattığı stresin bireylerin fizyolojileri üzerindeki negatif etkilerini anlatan önemli bir kaynak.

Birçok farklı alanda yapılan araştırmalar gösteriyor ki, farkların, altta kalmanın, irtifa kaybetmenin, yükselememenin, kısaca daha farklı bir hayata sahip olamamanın verdiği kaygılar beynimizi ve benliğimizi yiyor, bizi yavaş yavaş öldürüyor. Türkiye’deki kolektif deneyimimiz ise sadece bu yavaş ölümler ile değil aynı zamanda bu dertlerin ortaya çıkardığı ‘cinnet sonucu’ hızlı ölüm vakaları ile dolu. Tabii nedenleri çok da farklı olmayan gündelik hayatımıza yayılmış şiddetin ise ne zaman öldürücü olacağını kim bilebilir.