Geçmişini unutmuş, günübirlik yaşayan bireylerde ve de toplumlarda her yeni günde Amerika’yı yeniden keşfetmek büyük bir meziyet sayılır. Her bir keşifte ödüller alınır. Oysa Amerika’yı beş yüz on dokuz sene evvel keşfedilmişti, dense bunca günümüz Amerikan kâşiflerinin şanı, şöhreti, kudreti, gururu ayaklar altına alınmış olmaz mı? Hakkını vermek gerek oysa. Her şeyi onlar icat ediyorlar. Hem de yeniden yenilerden…

2020 yılında bile, bir gün ok yapmayı, yüz yıl sonra yay yapmayı keşfetmek, bir gün kıl çorap 97 yıl sonra çarık icat etmek, başka bir gün tohum ekmeyi, bir gün put yapıp tapınmayı bulmalı.

Güneşin yakıcılığını göz ardı etmeden, ateşin daha uysalı işe yarayabilir. En iyisi her gün her gün bastıran karanlığı azıcık aydınlatmalı. Ama güneşi de hiddetlendirmemeli. Gizli gizli, kapalı alanlarda ateş etrafında güneşe övgüler eşliğinde, güneş yuvarlaklığı bir halkayla…

Ay’ın güneş gibi belli aralıklarla gecelerine lamba olmadığını fark ettiyseler de nedeniyle hiç kafa yormadılar. Güneşten çalınmış ateşleri vardı. Gündüz vakti yakmaya korktukları, izinsiz alınmış bir ateş. Bunun da bir yolu olmalıydı. Gece yaptıkları ateş merasimini bir defalığına gündüz yapılıp güneşin tavrını görmeyi akıl ettiler bir gün. Her şey hazırdı. Ateş yanıyordu öğlen vakti. Bütün ahali ateş etrafında halkalanmış. ‘ biz sana inandık, sana güvendik. Bize acı. Gecemize bir parça ışığı çok görme. Ya ateşimize izin ver, ya gecemize güneş gönder.’ O gündüzün akşamında pırıl pırıl parlayan bir ay oldu. Gecelerine gece güneşi gönderilmişti. Duaları kabul görmüştü. Hemen oba toplandı. Gür bir ateş etrafında saatlerce güneşe minnet ve şükran duyduklarını ifade ettiler.

‘Buba buba’, diye bağıra bağıra yırtınan çocuğun gördüğü koca çınar ağacının su üzerinde yüzdüğü, değerlendirilmeliydi. Karşı yakada görüp de yaklaşamadıkları, ok atıp-vurup da alamadıkları o güzelim ceylanlara ulaşma yolu bulunmuştu. Ne büyük başarı… Yıl 2020.

Yılın 2020 olduğunu, uzay çağı mı, iletişim çağı mı, bilişim çağı mı, diye yırtınmadan; ‘dere üzerine çınar ağacını yatırdık, karşı kıyıya artık geçebiliyoruz.’ Tavşanlar, geyikler, ceylanlar, keçiler… gani gani.

Artık her gün yeni bir icatla karşı karşıyayız. En önemlisi de dumanla haberleşmenin aşılmış olması. Çok zahmetli oluyordu çünkü. Tepeye çıkıncaya ve ateş yakıncaya kadar çok vakit geçiyordu. Şimdi güvercinlerle haberleşiliyor. Çok pratik ve çok hızlı. ‘Bu hızla yıl 2023’ü bulduğunda, daha çok dua ederek, gecelerimize bir güneş, sofralarımıza yemek dileklerimizi kabul ettireceğimize inanıyoruz,’ diyor Koca Dede. 2021 yılında enflasyon, işsizlik, cehalet, nitelikli yalancılık, ultra yolsuzluk, hortumlama ve adaletsizlik keşfedilince daha çok duaya ihtiyaç olacağından, dua kültürü mutlaka geliştirilerek yaşatılmalı.

‘Dünyada başka insanlar da yaşarmış’ yalanı dolaştı obada. Koca Dede’ye gitti koç yiğitler, ’olur mu böyle bir şey’ diye şaşkınlıkla dert yanmaya başladılar. Bu topraklar üzerinde başkalarına ne gerek vardı ki? Koca Dede, ‘ böyle bir şeyin olamayacağını, söz konusu insan denenlerin aslında bir çeşit hayvan sürüsü olduğunu, kendileri gibi insanların yeryüzünde olmasının kendilerine gerek duyulamayacağı anlamına geleceğini ve bunun da mümkün olmadığını’ bağıra çağıra, yırtınmalarına inandırıcılık katarak anlattı. Böylece oba halkı, kendilerinin vazgeçilmez olduğu hakikati, kahramanlıklarındaki yerini korudu.

Bulutlu bir gecede oldu her ne olduysa. Güneş görünmüyordu. Görünmeyen güneşin kendisini de göremeyeceğini düşündü biri, fesat fesat. Bu bir fırsattı. Önce komşunun geyik etlerini getirdi kendi mağarasına sakladı. Hem güneş hem de komşu görmemişti. Güneş kapkara bir karanlığın ardındaydı. Diğer komşuların da etlerini getirdi. Ruhu duymamıştı kimsenin. Güneş bile duymamıştı. Belki de müsaade etmişti. Müsaade ettiyse bu kendisinin güneş tarafından sevildiği anlamına gelmez miydi? Düşündürdü. Güneş, gece güneşini de göndermemişti. Artık, kimsenin av etleri yoktu. Sıfırlanmıştı. Acıkmış oba halkı yiyecek aramaktan helak oldu. Yoktu. Gece avlanmak zordu.

Ama biri bolca yiyordu ceylan etlerini. Görenler imrendi. Nasıllığını sordular. Uyanmıştı, anlamıştı hırsız, hırsızlığını. Konuşturdu kurnazlığını. Güneşin kendisine ikramda bulunduğunu ve herkese verebileceğini söyledi. Minnet ve hayranlıkla el uzattılar. Her iki el ileriye doğru açık… ‘hemen olmaz’ dedi. ‘Önce dinleyin. Güneş beni sizlere temsilci olarak gönderdi. Bundan sonra avladıklarınızı bana teslim edeceksiniz. Ben de sizlere paylaştıracağım. Bu güneşin emri, siz bunu yerine getirene kadar güneş kendini bize göstermeyecektir’, dedi. Sabah olmuştu ancak güneş yoktu. Oklarını alanlar, av alanlarına koştular. Yay aramadılar bile. Yay daha 79 yıl sonra icat olacaktı. O gün dağ dağ av etleri getirdiler. Güneş elçisi bunların tamamını mağarasına yerleştirdi. O gün her birine karınlarını doyuracak kadar et verdi. Ertesi gün avlanmaya gitmek üzere uyandıklarında pırıl pırıl bir güneş vardı. Güneş kendilerinden razı olmuştu. Av etlerini elçiye vermişlerdi çünkü. Güneşin emri bu değil miydi? Huzur içinde okunu kavrayan daha çorabın, çarığın ve yayın icat olmasını beklemeden dağlara ovalara yöneldi. Ama avlanacak hiçbir şey yoktu. Eli boş dönenler elçiye uğramaktan başka bir şey düşünemez oldular. Durumu anlattılar. Oda kendisine teslim edilen etler bitmeden avlanmanın güneş tarafından yasaklandığını söyledi. İnanmayan ava çıksa da eli boş dönüyordu ve inanmaya mecburdu.

Elçi yılın 2020 olduğunu bilmiyordu. Sadece kendi toplumunun bu yeryüzünde yaşadığını sanıyordu. Gece ve gündüz boyunca, oba halkını nasıl kendine köle yapacağını düşünüyordu. Yeni fikirler üretiyordu. Her sabah kalkıp bu fikirlerini uyguluyordu oba üzerinde. Doğayı tahrip edip stokçuluk yapıyordu. Karaborsacılık kavramı nedir bilmiyordu. Ama en korkuncunu o yapıyordu.

Bütün av hayvanları bir defada avlanmış doğada, ottan ağaçtan başka bir şey yoktu. Daha o zamanlar sebze ve meyve yenmesi öğrenilmemişti. Hiç kimse de birinin kulağına fısıldayıp gelecekte bu sebze ve meyveler çok değerlenecek demiyordu. Bunun bilinmemesi Elçi’nin işine geliyordu. Halk yokluktan çok çok etkileniyordu. Elçi’nin her söylediği emirdi. İsyanın sonu açlıkla terbiyeydi. Hüküm giymeden tutuklu yatmak daha icat edilmemişti. Hüküm açlıktı, güneş altında hemen infaz edilirdi.

Elçi, kula kulluğu ilk kendinin icat ettiğini sanmaktaydı. Büyük bir gururla kölelerini, grup grup ayırarak görevlendiriyordu. Herkes görevlerini yerine getirdikçe yiyecek bulabiliyordu. Emirler her halükarda yerine getiriliyordu. Görevli gruplar işlerini hiç aksatmıyordu. Haber mi iletilecek, radyonun, televizyonun, telefonun icat edilmesi beklenmeden, dumanla, güvercinle yerine getiriliyordu.

Elçiye mekân mı gerek, köşklerin, sarayların, şatoların icat edilmesi beklenmeden hemen kayalar oyulurdu, aceleleri vardı. Doğalgazın, elektriğin icadı beklenemezdi, odun yakılarak her ikisinin de görevi yerine getiriliyordu.

Ama her ne yapılıyorsa Elçi için yapıldığını fark edenler oldu bir zamanlar. Oba halkı yavaş yavaş uyanıyordu. Gazeteler daha icat değildi ama fısıltı gazeteleri yayındaydı. Tiraj oba halkı sayısından daha fazlaydı. Öğrendiler ve fark ettiler ki, avlanan kendileri, ama aç kalan yine kendileriydi. Çalışmayan Elçi ve aile çevresi tok, ama sürekli toktu.

Bir şeylerin yanlışlığını öğrenmek için uyanmak gerektiğini öğrendiler.

Elçinin böldüğü gruplar günün birinde av alanında buluşup açlıklarına bir çare bulmaya çalıştılar. Buldular da: ‘önce bu uykudan uyanmalıyız’ kararında hemfikir oldular. Uyanmak için hiç bir şeyin icat olmasını beklemeden soğuk ırmağa atlayıp, titreye titreye uyandılar bu garip uykudan.

Uyandılar da uyandıklarına sevinenin olduğu bilinmez. Ama uykudayken gördükleri Güneş’in, gerçekte sömürü amacıyla kullanılan dini duygular olduğunu gördüler. Güneş elçisine, uyanıkken padişah diyorlar, kral diyorlar, diktatör, başkan, başbakan diyorlardı. Devletmiş yaşadıkları oba. Aç gözlü yetkililer ve vergilermiş kendilerini aç bırakan. Av etlerini stoklayan karaborsacıların, hazine mallarını yurt dışına kaçırıp, hesaplarına geçiren devlet adamlarıymış meğer.