Uzun aranın ardından yine Nuhcuğuma bir mektup yazıyorum. Kırgınlıklarımı, özlemimi, aşkımı, evimin içini, aslında kalbimin sözünü kamusal alana döküp saçacağım yine. Bu döküp saçmalar iyi geliyor bana. Keşke herkes dökse içindekileri.

5. yılda yine bu mecradayım Nuhcum. Yazıyla iki kelime, altı harf olan "Beş yıl", yaşayınca tarifi mümkünsüz bir zaman dilimi ama dünyanın zamanıyla kalbin zamanı aynı akmıyor, bunu öğreniyor insan.

Bu mecradayım zira ilk mektubum için onca yazılı ya da dijital basına ulaşmak istesem de kimse sesime ses olmak istememişti. Doğru ya birilerinin sözünü söylemesi için illa birinin arkadaşı olmak lazım, tüm köşeler riya içinde tutulmuş. Sokaktaki insanın sesi kimin umurunda? Zaten her şeyin en iyi, en doğrusunu bilen büyük söz sahibi kadınlar ve adamlar var. Bu riya içindeki alanda Demokrat Haber sesime ses olmuştu, olmaya da devam ediyor, minnettarım. Tarihi yapanlar bizleriz, hayatın içinde basit hayatlar yaşayan, resmi tarihin yok saydığı ötekiler tarihi yapıyoruz, bu nedenle iç dökmelerimi tarihe minik bir nokta olarak bırakıyorum buraya. Sevgili Karin Karakaşlı'nın "Hakikat, insan hikâyesidir" dediği yazıdaki (http://platform24.org/p24blog/yazi/4213/hakikat--hik-ye--hafiza----ii ) hakikate inanıyorum bunu yaparken.

5 yılda neler mi oldu Nuhcum? Değişmeyen şeylerden biri, aramızdan alınışından sonra "ölüm" kelimesini kullanırken kırk kere düşünmem. Bazen biri senin için o kelimeyle bir cümle kuruyor, kalakalıyorum. Zihnim o kelime ile seni yan yana koyamıyor, imkansız geliyor. Yaşlı köpek Hepa için de aynısı oldu çoğu zaman. Hatta şöyle bir şey olmuştu, Hepa'dan bahsederken "Hepa'yı kaybettiğimde" deyince "Nerede kayboldu, buldun mu sonra?" demişti biri. Seçtiğimiz kelimelerin de bizi biz yapıp kalabalıklardan ayırdığını bir kez daha fark etmiştim o zaman.

Geçen bunca süre boyunca içim, evin içi hep cinayet mahalli. 17 Şubat 2015 akşamı olanları şimdiye kadar yüksek sesle sayılı kere ifade ettim. İçimden sessizce sürekli konuşuyorum ama sesli olarak ancak son zamanlarda yapabildiğim bir şey. Öyle olsaydı, böyle olsaydı, şöyle yapsaydım diye bazen sabahı ederken buluyorum kendimi, gerçek zamana dönünce hiçbir şeyi geriye saramayacağım gerçeğiyle yüzleşiyorum. Defalarca tekrarlandı ve tekrarlanıyor bu hal. Şimdi burada yazabiliyorum ama önceleri kimseye söylemedim, zira bir kadına deli yaftası yapıştırmak o kadar kolay ki. İnsanların acı çekmesi eşittir deli, tüm dünyanın gerçeği bu olsa da bizim coğrafya için kesin bir eşitleme bu, eminim. Yas tutmanın bireysel ve toplumsal olarak farklı işlediğini görenler çok az. Çok akıllı insanlar nasıl yas tutacağını, ne zaman "normal hayata" dönmen gerektiğini bile söyleme cüretine sahipler. Normal hayat kime, neye göre normal? Yas bazen iki yıl, bazen beş yıl, hatta hayat boyu sürer belki, yasla yaşamayı öğrenmek hiç bitmeyen, kişisel bir süreç belki de.

Ne anlatabiliyorsun, ne anlatmaya takatin oluyor. Susmak tüm soruları cevaplıyor, olduğun yerde bir milim bile kıpırdamadan, kaskatı bir taş gibi durman yetiyor bazen ve taş olsam çatlardım diyorsun.

Bazen sessiz sedasız mezarlığa geliyorum (gidiyorum), toprağa, çiçeğe karışan bedeninin yeniden can bulduğu otları, çiçekleri görmek, onlara dokunmak şaşırtıyor, gözyaşlarıyla kalakalıyorum bozkırın ortasında. Bilmediğin bir kentin dağ başındaki köy mezarlığına çıkan yolu kalbini bilip elini tutan dostlarla aşıyorsun ancak. Biliyorsun ki imtina ettiğin, senden bağımsız çekilen mezar başı fotoğraf karesine hapsedilmeyeceksin. Zaten mezarlık hiç bize dair değil Nuhcum.

Sessiz ve içimden yas tutmayı her gün yeniden öğrenirken bunun hayatımın parçası olduğunu bilerek devam ediyorum.

Çok zorlanıyorum bazen. Kış yaklaşırken solunum sıkıntılarım başlıyor, herkes sevinçle ve heyecanla kar yağmasını beklerken, ben bir ekvator ülkesinde, kışlardan uzak yaşamayı hayal ediyorum. Kar haberi görmek her şeyi başa sarıyor, kalbim ağrıyor, varlığımdan, tanıklığımdan, burada olup devam ediyor olmaktan utanıyorum, inanmadığım tanrıya lanet ediyorum. Sonra tekrar ruhumu tamir etmeye çabalıyorum. Bir çemberin etrafında dönüp duruyorum özünde. Kör topal idare ediyorum işte sevdiceğim.

Bir önceki mektubumda dünyada ve coğrafyamızdaki karanlıktan bahsetmiştim sana. Karanlık olduğu gibi duruyor Nuhcum.. Belki daha da kötüdür şimdilerde ama artık ayırt edemiyorum daha mı çok ya da az. Uyuştuğumu hissediyorum çoğu zaman. Şiddet, nefret ve öfke tarafından çepeçevre sarıldık. Nezaket ve incelikler zayıflık emaresi sayılıyor. Hoyratça saldırıyorlar inceliklerimize. Güzel olan her şey biranda barbar bir güruhun nefret nesnesine dönüşüyor.

Şaşırma yetimi kaybettiğimi nadiren itiraf ediyorum kendime. Şaşırmayı yitirmek, alışmak, kabul etmek, benliğini kaybetmek aslında.

Dünya katilin, hırsızın, tecavüzcünün elinde tarumar oluyor. İnsansız bir dünyanın çok daha güzel bir yer olabileceği konusunda hemfikir bir çoğunluk var. Nadiren ortaklaştığımız bir konu olmasına rağmen seslerimizi bir araya getiremiyoruz. Savaş, ırkçılık, açlık, yoksulluk, hayvan, kadın ve doğa katliamı artarak devam ediyor dünyanın her yerinde.. 21.yüzyılda tüm bunlara tanık olmak acıtıyor.. Teknolojimiz gelişiyor ama zihnimiz avcı toplayıcı toplumun olduğu yerde. Sanırım evrim insanlarda işe yaramıyor. Biz insanlar gezegenin hastalıklı hücresiyiz. Yaşamın kaynağı, nefesimiz olan gezegenin toprağı, havası, suyu an be an sorumsuzca tahrip ediliyor. Kendimizi öldürüyoruz aslında. Korkunç ve günden güne geri dönüşü olmayan bir yıkımla karşı karşıyayız. Doğa her gün dünyanın bir yerinde deprem, sel ve yangınlarla bizi uyarıp ondan çaldığımızı geri alıyor. Buna rağmen biz onu iyileştirmek için hiçbir şey yapmıyoruz.

Valla Nuhcum anlattığım tablo akıl alır gibi değil ve sen bunlara tanık olmanın ağır yükünü taşımadığın için bir anlamda şanslı bile sayılabilirsin. Giden olmak olduğum yerden kolay ve şanslı olmak gibi görünüyor. Seçme şansım olsaydı gitmek ve uzaklardan buralara bakan olmak isterdim.

İşte tüm bunlar içinde hayatta kalmak ve devam etmeye çalışmak kolay değil Nuhcum. Kalp ağrısı ve özlemin yanı sıra dünyanın can çekişmesini hissediyorum tüm hücrelerimle.

Son günlerde canımızı yakan ve öfkelendiren şeylerden biri canımız Mücella Abla (Mücella Yapıcı) 'nın da aralarında olduğu insanlardan, o dahil 3 kişiye Gezi'den dolayı müebbet hapis cezası vermek istiyorlar. Biz de ısrarla hepimiz oradaydık demeye devam ediyoruz. Gezi hepimiz için başka bir yaşam tahayyülüydü. Doğa ile barışık, eşit, adil ve özgür bir hayat talep etmek suç olamaz zaten.

"Hiç mi güzel bir şey yok?" dediğini duyar gibiyim. Olmaz mı çiçeğim, tabii ki var. Kadınlar, kediler, dostlar, kitaplar ve bakmasını bilirsen baş döndüren bir doğa var börtü böceği ile uyum içinde, hala varlar tüm bu yıkıma ve kıyıma rağmen. Sevgili Zehra Çelenk'in kitabı "Hayatta Kalma Rehberi"nin adı gibi hayatta kalmamıza rehberlik eden, kalbi, ruhu kurtaran can simitleri onlar. Edebiyata, cümlelere, birbirimize sığınıp hayatta kalıyoruz bu günlerde.

ALİKEV var sonra. Hani sen buradayken yeni kuruluyordu ya. Günden güne güçlenerek büyüyen başka türlü, kocaman bir ailenin parçası olduk. Her yıl öğrencilere burs toplamak için maratona katılıyoruz bir grup insan. Ben de koşuyorum tabii ki. Dünyada ve ülkede ne olursa olsun benim için yılın en güzel zamanları, umut denen şeyin varlığını hatırlıyorum yeniden.

ALİKEV'den canımız Zehra senin için bir konserde öyle bir ağıt söyledi ki eminim olduğun yerden gülümsemişindir Zehra'nın kalbiyle söylediği ezgiye. Tüylerimiz diken diken oldu orada,

Son mektuptan sonra bir kez daha taşındım. İlki kadar hayatımın parçalarını terk ediyormuşum gibi hissetmedim bu kez. Kitapları taşıma konusunda idman yapmışım ilkinde, bu sefer daha kolaydı. Kütüphane senin bıraktığının iki katına ulaştı. İkinci taşınmada tekrar el attım. Her şeyi olduğu gibi korumaya kalkmak zormuş, her şey değişirken kitapların aynı yerde sabit kalması mümkün olmuyormuş, bazı yerleri yeniden düzenledim.

Kedi Medra hala benimle. İyi ki beni bulmuş şapşal şey. O geleli hayatım o kadar değişti ki inanamıyorum buna. Kedi ile yaşamak şifalanmakmış aslında. Kalbin kırıklarının üzerine merhem sürüyor patileriyle. Dünyada olan biten karşısındaki uyuşup, şaşırmayan halim Medra'ya baktıkça değişiyor. Onun her haline ilk kez görüyormuşçasına hayranlıkla bakıyorum. Ruhumu hafiflettiği için minnet duyuyorum varlığına.

Karşı Lig hala devam ediyor Nuhcum. Başka bir futbol mümkün şiarı çok kolay olmasa da bir ihtimalin peşinden koşmaya devam ediyoruz hala. Ben ikimiz için de yeşil sahalarda top koşturuyorum. Değişmeyen kısmı ise hala berbat bir oyuncuyum. Ama naapalım olacak o kadar.

Senin için her yıl olay yerinde mumlarla, sessiz bir anma düzenliyoruz. Ben seni her gün anıyor olsam da sokaktaki anma başka bir şeye tekabül ediyor. Orası seninle ve aramızdan alışının toplumsal hafızadaki yeri ile ilgili. Sokağın hafızasını canlı tutmak mühim. Hikayenin bizim tarafımızdan yazılan halinin bir parçası. Tabii ki senin anmalar konusundaki düşüncelerin yol haritası oluyor bunu sürdürmemizde.

Mahalle hem aynı, hem farklı. Değişen mekan adlarına yetişemiyoruz artık. Başka kentlere, ülkelere, hatta okyanusun ötesine göç etmek zorunda kalan dostlarımız var. Uzakta da olsa bir sesimize ses verecek olmalarını bilmek iyi geliyor ama.

Her şeye rağmen güçlüyüz, sessiz kalsak da olduğumuz yerden bir milim kaymadan devam ediyoruz. Önceki mektubumda yazdığım gibi kan bağımdan bağımsız, günden güne büyüyen, acının, yoksunluğun bir araya getirdiği kocaman bir ailenin parçası olmak canlı tutuyor bizleri.

İşte böyle cancağazım. Dünya zamanı ile sen aramızdan alınalı 5 yıl olsa da en başta dediğim üzere dünya zamanı ile kalbin zamanı aynı akmıyor. Biliyorum ki olduğun yerden beni gözetmeye devam ediyorsun ve ben hala ‘aşk zamandan ve mekandan bağımsız’ demeye devam ediyorum seni özlerken.