Bu yazı, bu yazıyı yazma konusunda beni teşvik eden sosyal demokrat Meltem Özdemir'e ithaf edilmiştir.

***

Önceki iki yazıda (bir ve iki) sosyo-psikolojik açıdan anlamaya çalıştığım sağ-popülist ırkçılığın ve otoriter eğilimlerin yükselişini bu yazıda ekonomi çerçevesinden tartışmaya çalışacağım.

Birçok çalışma, rapor, beyanat, yaşananları küreselleşmeye bağlıyor ve yükselen sağ popülizmin küreselleşmeye karşı içe-kapanmacı bir tepki olduğunu ifade ediyor.

Yanlış…

Sorun küreselleşmede değil…

Tepkilere sebep olan eşitsizliği yaratan da küreselleşme değil.

Sorun, kamusal yatırımların, ekonomiden devletin bertaraf edilmesi ve piyasa yoğunluğunun (tekelleşmenin) artmasında.

Ekonomideki süregelen küreselleşme, piyasadaki tekel konumlarını artırmış olan ulusötesi firmalarca üstlenildiğinden, piyasadaki yoğunlaşmanın yarattığı negatif sonuçlar, küreselleşmeye atfediliyor. Yani sebep ile sonuç karıştırılıyor.

Örneğin 737 ulus-ötesi şirket, küresel üretim ağının, değer zincirinin %80‘ini kontrol ediyor. Bunların içinden 147’si de %40‘ını (bkz. S. Vitali vd. 2011).

Piyasadaki tekelleşmenin arkasındaki faktörlerin başında da, 1980 sonrası başlayan özelleştirmeler, hisse piyasalarındaki satın alma operasyonları ve şirket evlilikleri geliyor (bkz. Toporowski, 2016).

İstihdam yaratan, talebi ve ekonomiyi stabilize eden kamu yatırımlarının, kamu harcamalarının ve kamu iktisadi teşekküllerinin (özetle maliye politikasının) tasfiye olmasıyla artan işsizlik, piyasa yoğunlaşmasıyla daha da artarak kalıcılaştı. Zira tekelci piyasalar zaten istedikleri yüksek düzeyde fiyatları ayarlayabildikleri için, daha rekabetçi piyasalara nazaran kapasitelerini daha az kullanırlar, daha az üretim ve yatırım yaparlar (bkz. J. Steindl, 1952: Maturity and Stagnation in American Capitalism).

Bu ortamda, sosyal hakların savunucu olan sendikalar da etkin mücadele imkanlarını yitirdiler. Zira düşük üretim, yüksek işsizlik ve anında başka ülkeye kayabilen üretim bandı şartlarında grevler ve dolayısıyla sendika üyeliği, pazarlık gücü enstrümanı olmaktan çıktılar. Öte yandan maaşların ilk ve en önemli düzeyde belirlendiği kamu sektörü de istihdamdaki payını yitirdiğinden, maaşların baskı altına alınması daha da kolaylaştı.

Bu süreç, gelir eşitsizliğini bugünkü yüksek düzeyine taşıdı. Büyük firmalarda çalışmayan ve yüksek maaş artışlarından faydalanamayan, işsizliğe veya küçük firmalarda çalışmaya mahkum geniş bir kitle, reel gelirlerinin baskı altına alınması nedeniyle tüketimlerini ancak kredilerle finanse edebildiler.

Piyasa yoğunlaşmasının yarattığı yatırımlardaki düşüş ve kamu bütçesinin açık vermemek üzere tasarlanması nedeniyle, bankalar, firmaların ve devletlerin yatırım kaynaklı bütçe açıklarını finanse etmek yerine, hane halkının tüketimini finanse etme yoluna girdi. Bankaların verdiği kredilerde hane halkına verilen tüketici kredilerinin payı %25‘lerden %60‘lara gelirken, firmalara verilen yatırım kredilerinin payı tam tersi bir seyir izledi.

Tüketim, yatırımın aksine, kendisini ve borçlarını finanse edemediğinden ve dağıtılan kredilerin içinde baskı altındaki gelir dolayısıyla geri ödenmesi zor olan kredilerin payı yüksek olduğundan, finansal yapı daha da kırılganlaştı ve hala da üstesinden gelemediğimiz 2008 krizine sebep oldu. (Krizin aşırı borçlanma ile ilgili boyutu hakkında önceki yazıma bakınız.)

Krizden çıkamayışın bir sebebi de, maliye politikasının devreye sokulmayıp, tersine kemer sıkma uygulamaları ve merkez bankalarınca uygulanan para politikasında diretilmesidir. Zira istihdamı ve dolayısıyla talebi canlandıracak olan kamu yatırımlarıdır. Piyasaya merkez bankalarınca sürülen para ise, tasarruf eğilimi düşük olan alt-orta gelir grubuna değil, tasarruf eğilimi yüksek olan üst gelir grubuna ve finans firmalarına aktığı için talebi ve yatırımı değil, finans piyasalarını canlandırdı.

***

Kamu ekonomisinin, yani maliye politikasının tasfiyesinin yarattığı bu ekonomik sorunların yanı sıra demokrasi üzerinde de politik diyebileceğimiz etkileri oldu.

Yurttaş olarak oy vermemizin meşruiyeti, vergi veriyor olmamıza dayanır. Oy verdiğimiz partiyi seçerken de, o partinin programına göre vergileri hangi kaynaklara yöneltip, nasıl kullanacağına bakıp oy veririz.

1980 sonrasında kamu harcamalarının tasfiye edilip, ekonomi politikası enstrümanı olarak sadece para politikasının tanzim edilmesi ve onun da teknokratlara teslim edilmesi, ekonomiyi politik tartışmanın dışına itti. Keza siyasi partiler de, ideolojilerinden bağımsız olarak, ekonomi konusunda aynı şeyleri yapmak zorunda kaldılar. Sosyal demokrat sol partiler ile merkez sağ partiler arasında fark kalmamasının sebebi, bu partileri ayrıştıracak olan maliye politikasının artık tartışma gündeminde olmaması, bir enstrüman olmaktan çıkartılması ve para politikasının da Merkez Bankası özerkliği adı altında teknokratlaştırılmasıydı.

Bu, modern demokrasinin (yada demokratik modernitenin [Öcalan, aslında İskandinav modelinde billurlaşan bu demokratik moderniteyi yanlış tanımlıyor, bunun komünal fantazilerle alakası yok.]) varoluşuna ciddi bir saldırı niteliği taşıyor. Zira yurttaşlar verdikleri vergilerin nereye, nasıl kullanılacağına oylarıyla etki edemedikleri ve o vergiler kendilerinin çıkarları çerçevesinde kullanılmadığı durumda, hem oy vermeye gerek duymadılar (seçimlere katılım ve siyasete güven oranlarındaki düşüş), hem de ekonomi dışı konuları (kimlik meseleleri) konuşmaya başladılar.

İstihdamdaki ve sosyal haklardaki güvencesizlik, kişilerde kendine güveni sarsarken (bkz, R. Sennet, Karakter Aşınması: 1998), kimi sosyal psikolojik problemleri de derinleştirdi. Bugün liseye giden bir öğrenci, 1950’lerde psikiyatrik tedavi gören biriyle aynı kaygı düzeyine sahip.

Kendisini yaptığı, başardığı işler ve ürettiği değerler ile tanımlayamayanlar, kimliklerine sarılırlar. Kimlikler ise zehirlidir. Yazının başında bahsettiğim iki yazıda belirttiğim, kişilerin çıkar ve değerlerini tanımlama yetisindeki zayıflama da, kimlik zehirlenmeleriyle ciddi bir ilişki içindedir.

Özetle, bugün insanlar, istihdamları ve sosyal hakları, refah düzeyleri kamu yatırımları aracılığıyla güvence altında olsa, verdikleri oy ile siyasete müdahil olabildiklerini ve dolayısıyla etkin özne olduklarını hissedebilseler, kendilerinden farklı olan diğer kimliklere ve küreselleşmeye, AB’ye öfke duymazlar, suçu onlarda bulan sağ popülist, ırkçı partilere prim vermezler. Küreselleşmenin ve AB’nin sağladığı çeşitliliğin ve sınırlar ötesi özgürlüğün tadını daha rahat çıkarırlar. Zira yukarıda tasvir edilen borç-güdümlü tüketim modelinin çalıştığı ilk safhalarda, bugünkü ırkçı orta-alt sınıflardan kimse küreselleşmeden pek şikayet etmiyordu, herkes çoğulculuktan, dışa açıklıktan yanaydı.