Twitter’daki tartışmalardan ötürü bu küçük açıklayıcı notu yazmaya gerek duydum. Orda 280 karaktere siğmiyor pek tabii ki, koca tartışma. Bir de aşağıda bahsedeceğim alternatif literatürden bihaber olduklarını gizlemek için yapılan havuz medyası düzeyindeki ucuz polemikler de cabası.

**

Elbette „yatırımların tasarruflarla finanse edilmediğini“ Türkiye iktisat yazınında ilk söyleyen ben değilim. Ama sadece Türkiye‘de değil, genel dünyada iktisat okuru, bu iddiayı dillendiren alternatif iktisat yaklaşımlarını ve ülkelerinde bunları savunan iktisatçıları pek tanımıyor galiba. Daha çok, üniversitelerin iktisat bölümlerinde ve medyada despotik bir hegemonya kurmuş olan anaakım yaklaşımlara ve onların ezberlerine aşinalar. Ezber diyorum, çünkü bu anaakımdan meslektaşlardan kime bu ezberlerine meydan okuyan soru sorsanız, ya ignore ediyorlar ya da totolojik argümantasyonlara sarılıyorlar.

**

Bu yazıyla yetinmeyip daha fazlasını merak edenler, „paranın içselliği“ (endogenity of money) tartışmasına bakabilirler.

Kapitalizmi basit bir „değiş-tokuş“ ekonomisinden pek de farklı görmeyen ve iktisadi süreçlere arz yönlü bakan anaakım yaklaşımın varsayımına göre, kapitalist sanki parayı değil, üretip sattığı malı biriktirme hedefindedir. Bu yaklaşıma göre, bankalar „tasarruf sahipleri ile yatırım için kredi arayanlar arasında aracılık yapan pasif“ kurumlardır. Para Miktarı Teorisi’ne (Quantity Theory of Money) göre para miktarı arttığında enflasyon da artacağından, son kertede reel değer aynı kalacağından para, iktisadi süreçlere dışsaldır ve nötrdür. Buna dayanarak, örneğin kamu harcamalarının bütçe açığının sebep olacağı faiz artışıyla özel sektörü yatırımdan alıkoyacağını ve dolayısıyla kamu harcamalarının pozitif etkisinin bertaraf olacağını iddia eder (crowding-out effect). Geleceğin belli hata payları çerçevesinde öngörülebilir olduğunu varsayan bu yaklaşım, paranın, „değiş-tokuş“ (medium of exchange) fonksiyonunu önemser. Değiş-tokuş temelinde bakıldığından, daha çok yatırımın finanse edilmesi için daha çok tasarrufun erişebilir olması gerektiğini iddia eder.

Yatırımın, kapitalist ekonomi için özsel kritik bir konumda olduğunu ve talebin rolünü vurgulayan Keynes ve onu daha doğru anlayan Post-Keynesyenler ise (Yeni-Keynesyenler, Keynes’i Neo-Klasik akım ile sentezlemeye çalıştıklarından Keynes’i vulgarize ettiler), paranın iktisadi süreçlere içsel (endogen) olduğunu ve nötr olmadığını iddia edegeldiler. Yani para miktarı, iktisadi reel büyüklüğe içkindir ve bankalar parayı kredi talebiyle yoktan yaratırlar, tasarruf sahibinden alıp yatırımcıya aktaran pasif kurumlar değillerdir. Paranın kapitalist ekonomideki daha önemli fonksiyonunun „değer saklama“ (store of value) fonksiyonu olduğunu öne çıkaran bu yaklaşım ise, bunu geleceğin kökten bilinemez olduğuna dayandırır ve kapitalist ekonomideki iktisadi kararların, özellikle de yatırımın, geleceğin bilinemezliği altında alındığını vurgular.

İktisadi süreçlerdeki aslolan başat faktör olarak yatırım harcamaları görüldüğünden, yatırım harcamalarıyla karların, istihdamın, gelirlerin ve tüketim harcamalarının tetiklendiği öne sürülür. Leh iktisatçı Michał Kalecki’nin iddia ettiği üzere, kapitalist ne kadar kar yapacağına karar veremez, ne kadar harcayacağına karar verir ve makro düzeyde, işçiler kısıtlı gelir düzeylerinden ötürü tasarruf yapmadıkları sürece, kapitalist sınıf harcadığını geri edinir, işçi de edindiğini harcar. Bu nedenle, toplam tasarruflar, yatırım harcamalarının tüm ekonomide dönüp dolaşıp kapitalistin banka hesabında vardığı sonuçtur. Yani tasarruf ile yatırım arasındaki ilişki, anaakım yaklaşımın iddia ettiğinin aksine yatırımdan tasarrufa doğrudur; tasarruf sonuçtur. Dolayısıyla bir işçinin yada herhangi bir bireyin gelirinden artırdığı tasarruf, son kertede bir kapitalistin kredi ile finanse ettiği yatırım harcamasıyla ekonomik döngüye soktuğu paradan o sirkülasyon sırasında kendi payına düşenden tirtiklayarak artırdığıdır.

Yani hanehalkının tasarrufu, artıktır, arta kalandır. Kişi önce yaşam koşullarının iyileştirmeye bakar, parası yeterse tasarruf eder. Önce tasarrufa karar vermez. Belirsizliğin arttığı dönemde harcamalarını kısabildiği kadar kısmaya çalışır fakat bu yatırıma yönlenmiş bir tasarruf değildir, aksine zaten belirsizliğin arttığı ekonomik daralma dönemine denk geldiğinden talebin zayıflamasına katkı sunar. Ayrıca yüksek gelir düzeyine sahip kesimin tasarrufunun yanında ciddi bir miktar da değildir.

Peki kapitalist yatırım neyle finanse edilir?

Esas olarak, bankanın yoktan yarattığı krediyle!

Berraklaştırmak için yoktan, sıfırdan başlayalım:

Ortada hiçbirşey yok, para da yok, dolayısıyla tasarruf da yok. Bir girişimcinin aklına bir yatırım projesi geliyor. Ama para olmadığı için çalıştıracak işçi de yok. „Malları sattıktan sonra maaşlarınızı ödeyeceğim, satamazsam maaş yok“ diyemeceğine göre, işçilere maaşlarını hasılattan önce ödemek zorunda. Hem piyasada para yok. Kime satacak malları? Nerden gelecek bu para?

Gidip bankadan kredi isteyecek. (Kapitalizmin tarih sahnesine çıkışı da, Marksistlerin sandığı üzere Manchester’da tekstil firmalarının 18. Yüzyılda kurulmasıyla değil, 15. Yüzyılda Floransa’da bankacılığın kurulmasıyladır. Dolayısıyla kapitalist, üretim yapan değil, yatırım yapandır. Üretim tüm iktisadi sistemlerde yapılır, ama kar ve finans güdüsüyle yatırım kapitalizme içkindir.)

Banka onun yatırım projesine ikna olup kredi verdiği anda, zaten onun ödeme yükümlülüklerini üstlenmiş oluyor aslında. Ayrıca, kredi verildiği anda, krediyi çekenin adına bankada anında bir tasarruf hesabı açılır.

Aldığı krediyle satın aldığı makinayı, emeği, aramalını, hammaddeyi, kirayı ödeyecek ve piyasaya DAHA ÖNCEDEN VAR OLMAYAN YENİ BİR para girmiş olacak. Yani para yoktan yaratılmış oldu. Ona makinayı, aramalını, hammaddeyi satan firmaların sahipleri ve onların işçileri de bu kapitalistin sattığı malı satın alacaklar. Bu kapitalist de, elde ettiği hasılattan maliyetlerini düşürüp elinde kalanıyla kredi borcunu kapatacak ve kalanını banka hesabına tasarruf olarak yatıracak.

Bir sonraki dönem elbette bir önceki dönemden kalan karını, yani tasarrufunu, kullanabilir yeni yatırım için, ama yine kredi çekecektir eğer eski karları yetmezse veya kredi maliyeti ile sermaye maliyeti arasındaki oran uygunsa ve hatta daha az vergi vermek istiyorsa (bkz. tax shield= vergi kalkanı). Fakat unutulmamalı ki, eski tasarrufla finanse edilen yatırım, toplam para miktarında artış yaratmaz, yeni para yeni kredi verilmesiyle yaratılır.

**

Bu perspektiften bakınca, 1970’lerde ABD’de aktifleştirilen özel emeklilik fonlarıyla biriktirilen tasarrufların, anaakım yaklaşımın beklediğinin aksine yatırımları neden canlandırmadığı berraklaşır: Yatırımlar tasarruflarla finanse edilmezler ve yatırımı belirleyen, tasarrufların miktarı değil, kar beklentileri, yani talep düzeyidir. Öte yandan, tasarrufların artması, paradoksal olarak, harcamaları ve talebi kısıtlayacağından toplam talebi azaltacaktır (paradox of thrift).

Özel emeklilik fonları ise, daha çok toplumun tasarruf edebilen gelir düzeyi yüksek kesimlerince tercih edildiğinden, talebi baskılayan artan eşitsizlikle desteklenen bir tasarruf birikimine işaret etmesinin yanı sıra, finansal piyasaları ve finansal varlıkların fiyatlarını şişirmeye yaradılar sadece. (Bu konuda bakınız.) Kamu emeklilik fonlarının ise, emeklilik maaşı alan emeklilerin gelirlerinin, şuanda çalışanlardan alınan fonlarla desteklenmesi yoluyla, o emeklilerin harcamalarını, dolayısıyla talep düzeyini ve dolayısıyla reel yatırımı destekleyici özelliği vardır.

Bir özel emeklilik sözleşmesi imzaladığınızda, aylık olarak hesabınızdan örneğin 30 TL prim (?) kesilip o fona aktarılacak. Bu 30 TL finansal varlıklara yatırılıp örneğin 31 TL yapılacak. Bir sonraki ay 30 TL daha kesilip toplamda 61 TL aktarılacak ve bu da bir sonraki ay 63 TL yapılıp, böylece finansal piyasaya sürekli artan aşırı bir ilave fon akışı sağlanacak. Bu aşırı fon akışıyla güdülenen finansal varlıklardan beklenen fiyat artışı, yeni akımları tetikleyecek ve patlamayı bekleyen aşırı bir fiyat balonu oluşacak. Bu konuda bakınız.

Böyle bir finansal genişleme, finanstan sağlanacak beklenen karları, reel yatırımlardan beklenen karların önüne geçirecektir. Özellikle de verili eşitsizlik nedeniyle baskılanmış talep ortamı düşünüldüğünde. Bu nedenle, finansal olmayan şirketler, reel üretim yatırımına değil finanstan kar yapmaya yönelirler. Bu konuda bakınız.

Bu özel emeklilik fonlarından hisse borsasına geleniyle reel sektör firmalarının yatırım yapabileceği iddia edilebilir. Fakat, hem daha yüksek finansal kar beklentileri nedeniyle daha ziyade finansal yatırım öncelenmekte, hem de birçok çalışmanın ortaya koyduğu üzere, hisse ihracı (equity işsuance) daha çok, firmaların reserv açığını kapatmak hedefiyle yapılıyor. Çünkü yatırımlar, hisse ihracından ziyade kredi ile finanse ediliyor. Dahası, firmalar kredi çektiklerinde büyüme sinyali verdiklerinden firmaların hisse değerleri artar. Yani ilişkinin yönü, hisse artışından kredi ile finanse edilen yatırıma değil, yatırımdan hisse artışına doğrudur.

Son dönemde Batı ekonomilerinde uygulanan Parasal Gevşeme (Quantitative Easing) de Nicholas Kaldor'un 1956'da ortaya koyduğu, gelir düzeyi arttıkça tasarruf eğiliminin arttığı gerçeğini ıskaladığı için başarısız oldu:

Para, Merkez Bankaları'nın finansal varlıkları satın alması yoluyla geliri ve dolayısıyla tasarruf eğilimi yüksek kişilere aktarıldığı için ekonomi canlanmadı. İddia edildiği ve beklenildiği gibi o kesimin tüketimini tetikleyip aşağıya damlamadı (trickle down), tersine o para yeniden tasarruf edilip finansal varlıklara yatırıldı, finansal piyasalar şişti, mal ve hizmet piyasası değil. Yapılması gereken, kamusal yatırım ve kamusal istihdam yoluyla, tüketimin ve talebin canlandırılmasıydı.

Özetle, kapitalizmde para asıl olarak kredidir. Bankalar da aracı pasif kurumlar değillerdir, parayı yoktan yaratırlar. Kapitalizmin motoru da yatırımdır, tasarruf değil.