Gelecekte ne hissedeceğimiz, gelecek tasarımlarımızı belirleyen bir sorunsal değildir. Duygu şimdiki an ile ilgilidir, şimdi’ye dairdir. Akıl ise gelecekteki çıkarları, fayda-zarar tahlillerini hesaplar. Dolayısıyla akıl, geleceğe yöneliktir.

Modernite, geleceğin belirsizliği karşısında rasyonel bireylerin çıkarları temelinde, müzakerelerle yazdığı sözleşmelere dayalı toplum olarak akla dayanır. (Bu konuda önceki bir yazıma bkz.)

O yüzden şehirdeki modern birey’in yetiştirilmesinde, ruh sağlığında dengenin korunması amacıyla, akıl karşısında geri planda kalmış olan duygu dünyasının göz önüne alınması salık verilir. Modern ebevyenler çocuklarının duygularını dikkate almaya özen gösterirler. Ama köyde ne birey vardır, ne de onun dikkate alınacak duyguları. Duygusuz değillerdir elbet, ama duygu bastırılmamış ve şimdi’ye odaklı yaşamın merkezinde olduğundan, duyguları dikkate almak gibi bir sorun yoktur. Duygu bastırılmıyor çünkü Akl’a dayalı gelecek planlamaları yoktur köyde (pre-modern yaşamda), zira gelecek belirsiz değildir orada. En büyük belirsizlik yağmurun yağmaması veya kış mevsiminin çok uzun sürmesidir ki, o da kontrol edebilecekleri, planlayabilecekleri bir durum değildir. Günler, aylar, hafta sonları kategorilenmez. Randevu verilmez. Zaman ve zaman içindeki akış, doğadan kopmuş, yapılacak olan işlere göre tanımlanmış değildir.

1968 gençlik hareketiyle yükselen „carpe diem!“ (anı yaşa!) sloganı, bu noktada ikilemi derinleştirdi: geleceğin belirsizliği üzerine akılla örgütlenmiş kurumlardan müteşekkil modern kent hayatında köydeki gibi duyguların yönlendirdiği şimdi’ye dayalı pre-modernliği yaşamaya çalışmak, bireylerin dünyasında gerilim yarattı: Anı yaşamak için geleceğin belirsiz ve garanti olması gerekiyordu ama öyle değildi. Hatta Ulrich Beck’in tespit ettiği Risk Toplumu’nda çok yakın gelecek bile belirsizleşti; belirsizliker ve riskler, nicel ve nitel olarak arttı.

Değişimin hızı ve yoğunluğu arttıkça, her alanda dalgalanmaların düzeyleri ve sıklıkları da arttı. Bir spekülasyon yapacak olursak, 50 yıl önce 10 gün içinde yaşanan değişimlerin niteliği ve niceliği, bugün 1 güne sığabiliyor.

Dolayısıyla, bırakın geleceğe dair planlamaları, şimdi ne istediğine karar veremeyen, zevklerini tanımlayamayan, sürekli karar değiştiren bir insan tipolojisi kamusal hayata hakim oldu. Tutarlılık dikkat edilmesi gereken bir nosyon olmaktan çıktı. Önceki yazılardan birinde bahsettiğim çıkar-değer uyuşmazlığına bu çerçeveden de bakılabilir.

Psikolojik sorunların derinlik ve sayısal olarak bugün bu kadar artmış olmasının sosyo-ekonomik arka planında, bireylerin kaldırabileceği düzeyin çok üzerindeki belirsizliğin, onların kendilerini varoluşsal olarak güvende ve değerli olma hissiyatlarını zedelemesinde yatıyor. Zira kentteki sağlıklı birey, geleceğin belirsizliğiyle başa çıkabileceğini düşündüğü kurumsal ve diğer araçlara, güvencelere sahip olduğunu hissettiğinde, şimdiki duygularını daha iyi tanımlayıp, deneyimleyebilir, yaşayabilir.

Bunu başaramayan ise, ya depresyon gibi diğer psikolojik sorunlara gark oluyor yada kent’ten kaçmak istiyor. Kent’in avantajlarından vazgeçemeyen ise getto’lara, güvenlikli sitelere sığınıyor.

Bu „carpe diem“ sloganına en çok kapılan ve yukarda tasvir edilen gerilimleri en derin yaşayan beyaz yakalı çalışanların çalışma hayatının daha ikinci yılında, bir emekli gibi, Ege’de küçük bir sahil kasabasına yerleşme hayali kurmasını bu çerçevede anlamlandırabiliriz. Bir nevi kent’teki köylülerdir onlar.

Oysa, yapılması gereken, kaçış değil; sosyal refah devletinin ve kamusal ekonominin yeniden güçlendirilmesi, günümüzde ırkçı ve sağcı popülizm tarafından saldırıya uğrayan modern liberal hukuk düzeninin, kozmopolit bireyselliğin korunması.

Bu konuya ve beyaz yakalılar ve onların cari küresel tekelci finans kapitalizmiyle bağı üzerinde ilerde duracağım.