Sosyal bilimlerin en çetrefilli sorunşallarından biri „özne-yapı gerilimi“ olarak adlandırılan özne ile içinde bulunduğu yapının/ koşulların arasındaki etkileşimin ne yönde ve ne ölçüde olduğu konusudur. Özellikle Marksistler bu sorunşalla çok uğraşır.

Yapı’nın daha belirleyici olduğunu iddia eden yapısalcı yaklaşımdan, aslolanın özne’nin iradı eylemleri olduğunu vurgulayan yaklaşıma kadar uzun bir skalada farklı yaklaşımlar mevcut.

Toplumun ahenk ve uyum yaratma eğiliminde, fonksiyonları doğrultusunda birlikte çalışan parçalardan müteşekkil bir sistem olduğunu iddia eden işlevselcilik; „güzergah bağımlılığı“ (path dependency) yaratan tarihsel kırılmaların ürettiği kurumların rolünü vurgulayan tarihsel kurumsalcılık gibi, özne ile yapı arasında bir gerilim olmadığını iddia edip ikisini birleştirmeyi, barıştırmayı deneyen Toplumsal Alanlar Teorisi gibi yaklaşımlar sosyal teori’deki tartışmaları domine ediyor.

Sadece dünyanın suan içinde olduğu durumu anlamaya yönelik küçük bir girişim olan bu yazıda, girizgah amacıyla bahsedilen bu tartışmaya girilmeyecek. Sosyolojinin, bu noktada, psikolojiden şimdiye değin olduğundan daha çok beslenmesi gerektiğini gösteren, sosyal-psikolojik bir kırılmayla karşı karşıyayız.

Berraklaştırmak için öncelikle şu ön varsayımlarla başlayalım:

i)​ Aktörler, dünden devralınmış yapı içerisinde değerleri ve çıkarları çerçevesinde eylemde bulunurlar.

ıı) ​Bu çıkarlar ve değerler çoğu zaman birbiriyle uyumlu değildir ve aktörler öncelikle bu ikisi arasındaki gerilimi gidermeye, yani çıkarlarını ve değerlerini uyumlulaştırmaya çalışırlar.

ııı)​ Bu nedenle yapı, sadece aktörlerin farklı çıkarları ve değerleri dolayısıyla değil, değer-çıkar uyumsuzluğundan da ötürü gerilimlidir.

iv) ​Yapı’yı dönüştürme eylemi olarak siyaset ise, değerlerin ve çıkarların çatışmasını, birbirini hegemonize etme çabasını; demokrasi ise bunların uzlaşması sürecini ima eder.

Bu çerçeveden dünyanın güncel durumuna dair şu tespit yerinde olacaktır:

Cemaatlere, köktenci kimliksel gruplara, şiddeti siyasal araç olarak kullanan örgütlere artan katılım ve seçimlere ve siyasal partilere düşen katılım ve güven; kişilerin kendilerini aktör olarak hissedememesine ve bu gruplara katılım sayesinde kendilerini aktör hissettiklerine işaret ediyor.

Aktör hissedememe durumu, yukarda bahsedilen, çıkar-değer uyumlaştırma sürecine, rasyonel düşünmeye ket vururken; bu süreçlerin vuku bulduğu kamusal alanın çöküşüne, nihilizme savrulmaya sebep oluyor.

Ortada hemen her konuda –mis gibi yapan, çok çabuk sürede zıt yönlere savrulan, geçici ve doyumsuz heveslerinin tatmininin peşinde koşan, diğer insanlar tarafından sahibi olmadığı pozitif meziyetlere sahipmiş gibi davranılmasını bekleyen bir kitlesel yığının, sosyal psikolojik durumunu açıklayan çalışmalar ancak günümüzü anlamada en büyük katkıyı sağlayacaktır.

Hem İŞİD belasını, hem savunduklarını iddia ettikleri tüm değerlerle çelişmesine rağmen Erdoğan ve partisini desteklemeyi sürdüren AKP kitlesini ve yeni yetme entelektüellerini, hem gerçeklikle bağını koparmış Gülen cemaati gibi yapıların lider kadrolarını ve kamu görevlilerini, hem de istediği herşeyin emek sarfetmeden hemen olmasını isteyen tüketimci yeni nesili anlayacak ve açıklayacak yaklaşım, sosyal psikolojinin değerler ve çıkarlar arasındaki mekanizmaya odaklanan çabalarından mümkün olabilir ancak.

Özetle, önümüzdeki acil problem, pasif(leştirilmiş), pasif olduğu için değerler sisteminden kopmuş, nihilist ve buna binaen, uzun erimli çıkarlarını net tanımlama yetişinden yoksun irrasyonel yığınlar toplumunun vaad ettiği parlak bir gelecek yok önümüzde.