Yaşanan deprem felaketinin acılarını sarmaya uğraşırken bir yandan da deprem tehdidi altında olduğumuzu daha sarsıcı şekilde öğrendik. Başta İstanbul olmak üzere deprem kuşağı üzerindeki bütün illerde başlaması gereken bir seferberlik için deprem felaketi bir işaret fişeği oldu. Bu farkındalık bundan sonra siyasetin temel konusu olmak zorunda. Depremin ilahi bir takdir olduğunu savunanlara inanç sahibi insanların bile şaşkınlıkla baktığı yeni bir dönemdeyiz artık.

Hayatımızın tam ortasına yerleşen temel bir yaşamsal meselemiz var: Yaşadığımız kentlerde depremlere karşı korumasız evlerde oturmaya devam edecek miyiz, yoksa yaşadığımız coğrafyanın zorunlu kıldığı bir kentleşme biçimi ve güvenli yaşam alanları kuracak mıyız?

Üzerinde kafa yormaya başlayıp, bunu siyasetin ana eksenine koyarak konuyu her yönüyle irdeleyip, çözüme götüren adımları atmalıyız. Sorun bu.

Önümüzdeki günler siyaset yapma tarzının böyle bir açıdan ele alınmasını gerektiriyor. Tarihi bir dönemecin başındayız. Siyasi kararların belirlenmesinde özgürlükçü ve dayanışmacı bir yol izlenmesi son derece önemli. Hırpalanmış bir demokrasi geçmişimizle, siyasi tuzakların elinde yıpranmış, yorulmuş bir hafızamız var. Bütün bunların üstesinden gelecek yeni bir heyecanla yeni bir hikâye yazmalıyız.

Sorunlarımızın üstesinden gelmek kolay olmayacak elbet. Ama denemeye değecek kadar yaşamsal, kaçınılmaz, geriye dönüşü olmayan bir akışın içindeyiz şimdi. Artık her şeyin yeni baştan konuşarak, tartışarak ele alınacağı bir zamandayız. Diyalog ve uzlaşı ile farklılıklara rağmen bir arada durmayı öğrenmek, başka bir siyaset tarzını kurmak zorundayız.

Kurulu düzene bağlı seçmen kitlesinin iktidarla sürdürdüğü sadakat ilişkisi hep olagelmiştir. Bu ilişkinin sosyal-ekonomik bir tabanı olduğu kadar tarihsel süreçlerin belirlediği kültürel yönü de vardır. Kendine yakın hissettiği siyasete yakınlaşması karşılığında siyasi tercihinin ne sağlayacağını hesaba katan seçmen, bireysel değerleri, ön kabulleri ve çıkarlarını önceler. Tercihleri, genellikle toplumsal faydayı göz ardı eden, sınıfsal yapısına göre şekillenen eğilimler ve beklentilerden oluşur. Bizde seçime katılma oranlarının yüksek olması daha çok bundandır. Verdiği oyla seçtiğine ömür boyu sürecek bir güvence sağlarken, muhtaç olduğu siyaset erkinden gelecek nimete kucak açar. Devlete bağımlı bir siyasi katılımcılık böyle şekillenir.

Siyasetçilere gelince, onlar kendilerine sunulan bu oyun değerini bilirler. "Demokratik katılım" sadece, seçimlerde oy kullanmak olarak anlaşıldığından, "demokrasiye" düşkün görüntü verebilir ama bu ilişki siyasetçi için yönetsel bir araç olmaktan öteye gitmez.

Taraftar yurttaş ile egemen siyaset arasındaki karşılıklı rızaya dayalı bu ilişki, Türk Demokrasi tarihinin değişmez bir kuralıdır-darbe yapan askerler bile kararı verirken yeni seçimlerin güvencesini vermek zorunda kalırlar!

Seçmenin verdiği destek oyları daima, kendisini yönetecek olanlara sunulmuş bu ikram olarak her seçimde tekrarlanır. Sonunda geri ödemesi sürekli ertelenerek, yoksulluğa, eşitsizliğe, kedere, acıya dönüşerek sürdürülen bir avans olarak kalır. Bu siyasetin oyları ile parçası haline gelen kitle, uğradığı her haksızlıkta, kaybettiği her fırsatta, her yenilgide kader, şansızlık, ilahi takdir diye geçiştirilen yoksulluğun bir öznesi olarak kalmaya devam eder.

Bunun hesabını sormaya çekindikçe, katlandığı onca fedakârlıklar, çekilen sıkıntılar dağ gibi birikerek yaşamanın kamburu olur. Hesap sormayı bilmediğinden, uğradığı zararın nedenleri hep karanlıkta kalır. Verilen avans doğru kişiye (siyasete) emanet edilmemişse bedeli çok ağır olur- yaşadığı ülke, içinde olduğu toplum, yaşadığı kent ve kendisi için.

Bu ülkenin insanları, yanlış siyasetlere ve onları temsil eden siyasetçilere sundukları desteğin şimdiye kadar adil geri dönüşü olmadığını anlamakta geciktikçe, her seçimde kullandığı oyun karşılıksız kaldığını hayal kırıklığı olarak yaşar durur. Bu umutsuzluk onları kararsızlığa iter, siyasetten soğutur, uzaklaştırır. Hak arayışında bireysel yollara başvurarak sorunun bitmeyeceğini de anlamış olurlar.

Sonunda esas meselenin, siyasetin öznesi olmayı istemek ve bunu sağlayacak ilkesel temellerde yeni bir siyasi seçim yapmak olduğu anlaşılır.

Önümüzdeki kritik seçimlerde ve sonrasında böyle bir seçmen profilinin katılımcı bir siyaset içinde yer alacağını görmeye ihtiyacımız var. Seçimlerin sonuçları ne olursa olsun, yeni seçmen profilinin siyasette bir zihniyet değişimini zorlaması kaçınılmazdır.

Kendi içlerinde katılımcılığı, demokratik çok sesliliği, toplumcu bir seferberliği göze alamayan; bunun için gerekli yöntemleri, kolaylıkları sağlamayan, kamucu ve özgürlükçü bir düzene geçişi tasarlamayan siyasetin de başarılı olamayacağı açıktır.

Kötü yönetilmiş bir dönemin enkaza dönmüş ağır mirası ile baş edebilmek için yeni dönemin farklı bir siyasi paradigmaya ihtiyacı var.

Eski dönemin kayırmacı liberal zihniyeti karşısında yok olma noktasına gelmiş kamu girişimciliğinin yeniden canlandırılması, planlı bir ekonomiye geçişin sağlanması, üretimde verim ekonomisinin desteklenmesi, toplumcu bölüşüm modellerinin uygulanması, bundan sonra siyasetin vazgeçilmezleri olmaya adaydır.