Öncesi:

YAZI DİZİSİ-1: Kürtlerin Seçim Serüveni ve Devletle İmtihanı (1990-2018)

YAZI DİZİSİ-2: Kürtlerin Seçim Serüveni ve Devletle İmtihanı (1990-2018)

YAZI DİZİSİ-3: Kürtlerin Seçim Serüveni ve Devletle İmtihanı (1990-2018)

Eyyüp Demir / Demokrat Haber

SEÇİLMİŞLERİN YARGILANMASI VE CEZALANDIRILMASI

Türkiye tarihinde Kürt sorunu nedeniyle çeşitli yargılamalar olmasına karşın, DEP’li milletvekillerinin yargılanması farklı bir tartışma sürecini doğurdu. “Sanık” milletvekillerinin yargılanmasından çok, mahkeme salonu, yargılayanların yargılanmasına dönüşmüştü. Bunun nedeni ise haklı bir mücadele veren milletvekillerine karşı kurulan mahkemelerin haksızlığıydı. Zira HEP’ten DEP’in kapatılmasına dek dört yıllık sürede 75 parti yöneticisi ve üyesi kontrgerilla tarafından katledilmiş ve bu legal partiler üzerinde amansız bir terör havası estirilmişti. DEP’lilerin yargılanmaları siyasi bir yargılama olduğu için de, milletvekillerini hukuk dışı yollarla yargılayanlar açıkçası kamuoyu vicdanında ve pozitif hukukta yargılanıyorlardı. Fakat fiziki güç baskın geldiği için haksız konumda olanlar haklılara karşı bir kez daha “üstün” gelmişti.

İlk hukuksuzluklar, daha milletvekilleri mahkeme karşısına çıkmadan önce gözaltı süreciyle başlamıştı. 2 Mart darbesinin ardından 15 günlük gözaltı süresince 11 gün hiç sorgulama yapılmadan milletvekilleri bekletilmiş son dört günlük sürede de DGM savcıları tarafından sorgulanmışlardı.

Gözaltında tutulmaları tamamen keyfi ve kasıtlıydı. Oysa milletvekillerinin yargılanma süreci, fezlekeler komisyonlara intikal ettiği ve Mecliste Genel Kurulu’nda görüşüldüğü zaman başlamıştı. DGM Savcıları Meclisin kararı dışına çıkarak DEP’lileri uzun bir süre emniyette tutup sorguladıktan sonra cezaevine göndermişlerdi.

Milletvekillerinin tutuklanmasından dört ay sonra, 3 Ağustos 1994 günü beşi DEP’li biri bağımsız olmak üzere altı milletvekilinin ilk duruşması yapıldı. Olağanüstü güvenlik önlemlerinin alındığı duruşma günü halktan insanlar DGM binasının çevresini bir miting meydanına çevirmişlerdi. Ankara 1 Nolu DGM Salonu ise yerli ve yabancı konuklarla dolmuştu.

Mahkeme Başkanı Muammer Ünsoy ve heyetin diğer üyeleri Albay Çetin Güvener ve Yılmaz Çamlıbel’in gördükleri davada “sanık” milletvekilleri Ahmet Türk, Leyla Zana, Orhan Doğan, Sırrı Sakık, Hatip Dicle ve Mahmut Alınak da duruşma günü mahkeme salonunda hazır bulunmuşlardı.

Mahkeme heyetinin 452 sayfalık iddianameyi okumasına DEP’li milletvekilleri ve avukatları itiraz etmişlerdi. Gergin bir atmosferde geçen duruşmada, milletvekilleri ve avukatların bu talebi mahkeme heyetince reddedildi. İddianamenin okunup-okunmaması noktasında mahkeme heyeti ile avukatlar arasında yaşanan tartışmalar sonuç vermemiş ve iddianamenin okunması tam olarak iki gün sürmüştü.

İddianamenin kabarık tutulması ve özellikle okutulmaya çalışılması kamuoyu karşısında yürütülen psikolojik üstünlük ve suç dosyasını kabarık göstermenin başka bir ifadesiydi. Milletvekilleri de yaptıkları savunmalarda dosyanın hacmi, toplanan deliller, verilmek istenen mesajlar ve ısrarla iddianamenin niçin okutulduğunu değerlendirmiş ve mahkeme heyetini eleştirmişlerdi.

Toplam dört gün süren ilk duruşmanın son iki gününde sırayla Ahmet Türk, Leyla Zana, Orhan Doğan, Sırrı Sakık, Hatip Dicle ve Mahmut Alınak savunma yaptılar. “Sanık” milletvekillerinin savunmaları siyasi boyutta olduğu için mahkeme heyetini rahatsız etmişti; hatta bu konuda mahkeme başkanı psikolojik üstünlük elde etmek için sert davranışlar sergilemişti.

Bu ilk duruşmada, DEP Parti Meclisi Üyesi ve Mardin Milletvekili Ahmet Türk, yaptığı savunmada 2 Mart sivil darbesiyle dokunulmazlıkların kaldırılmasının hukuki gerekçelerden yoksun olduğu üzerinde durarak, iddianamede işaret edilen 125. maddeden yargılanmalarını sağlayacak hiçbir fiilin söz konusu olmadığını belirtmiş, bu konuda iddianameyi hazırlayan savcıları da sert bir dille eleştirmişti. 125. maddeden neden yargılanamayacaklarını da üç ana başlık altında ortaya koymuştu. Buna göre 125. maddede işaret edilen “devlet topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı bir devletin hakimiyeti altına koymak” fiilinin oluşabilmesi için, ülkeyi işgale kalkışmış yabancı bir güç ile işbirliği yapmaları halinde mümkün olabileceğini öne sürmüştü.

Diğer gösterilen, “Devletin bağımsızlığını azaltmak” ve “Devletin birliğini bozmak” gibi bir suçlamayı da reddederek, devletin bağımsızlığını azaltmak için dış devletlerle ülke adına sözleşmelere imza koyma yetkisinin olması gerektiğini, devletin birliğini bozmak için de, birliği bozacak düşünceleri savunmaları ve fiiliyata taşımaları gerektiği, ancak o güne dek birliği bozacak tek bir düşünce ve davranışlarda bulunulmadığını belirtmişti.

Ahmet Türk genel iddiaları yanıtlarken, HEP’in PKK’nin talimatıyla kurulduğu iddialarını çürüttüğü gibi iddianamedeki bir dizi yanlışlığa da dikkat çekmişti. HEP ve DEP’in diğer siyasi partiler gibi yasal parti olduğunu söyleyen Türk, “Unutulmamalıdır ki her iki parti de devlet bütçesinden yardım almışlardır. Halkın Emek Partisi 1993 bütçesinden 12 milyar lira, Demokrasi Partisi de 1994 bütçesinden 43 milyar lira almıştır” diyerek her iki partinin legal ve hazineden desteklenen partiler olduğunu ifade etmişti. Savunmasının sonuç ve istem kısmında ise davanın siyasi boyutuna bir kez daha vurguda bulunarak siyasilerin yargıya gölge düşürdüğünü, töhmet altında bıraktığını, bu konuda da yargının kendisini aklaması gerektiğini işaret etmişti.(Bkz. DEP Milletvekillerinin İddianameye Karşı savunmaları, DEP Yayınları, 1994, s.1-17)

Ahmet Türk’ten sonra DEP Parti Meclisi Üyesi ve Diyarbakır Milletvekili Leyla Zana savunma yapmıştı. Mahkeme Heyeti’nin tarafsız olamayacağını kaydeden Zana, savunmasında 27 Mart yerel seçimleri sırasında Başbakan Tansu Çiller’in “Ben onları meclisten attım, iyi ettim mi?” sözlerini hatırlatarak, kendilerine “terörist” diyen hükümetin ve TBMM’nin yargı üzerinde etkide bulunduğunu, bu konunun devlet televizyonlarında özel programlarla kamuoyuna yalan yanlış aksettirilmesinin yürütülen hukuksal süreci de etkisine aldığını belirtmişti. DEP Diyarbakır Milletvekili Zana, hükümetin etkisinde kalan yargının tarafsız olamayacağını, yapacakları savunmanın ise sonucu değiştirmeyeceğini öne sürmüştü. Fakat bütün bunlara rağmen savunma hakkını sonuna kadar kullanacağını söyleyerek savunmasında Türkler ile Kürtler arasındaki ikili ilişkilerin tarihsel boyutu üzerinde durmuştu. HEP’in kuruluşundan beri bir Kürt Partisi olmadığını ifade eden Zana, devletin bunu görmezden geldiğini ve var olan fırsatı da kaçırdığını şu cümlelerle dile getirmişti: “Devlet DEP’i Kürt halkının özgürlüğü ve demokratik mücadelesinin legal siyasal zemine yansımaması için kapattı… HEP ve DEP, Türkiye’deki Kürt sorunu ve ona bağlı olan demokrasi sorununu çözmek için Türkiye toplumunun eline geçen tarihi bir fırsattı.”(Ag., Savunma, s. 19-33)

DEP Parti Meclisi Üyesi ve Şırnak Milletvekili Orhan Doğan “iddianameyi” sert dille eleştirenler arasındaydı. Savunmasında hazırlanan iddianame için “siyasi tertip belgesi” nitelemesinde bulunan Doğan, bunun hukuka, genel ahlak kurallarına ve kamu vicdanına uygun olmadığını, aynı zamanda da inandırıcılıktan uzak olduğunu belirtmişti. HEP, ÖZDEP ve DEP’in iddianamede PKK’nin siyasal kanadı olarak gösterilmesini de değerlendirerek PKK’nin buna gereksinim duymadığını, zira PKK’nin siyasi kanadının ERNK olduğunu belirtmişti. Milletvekili kimliği yanında bir hukukçu olan Orhan Doğan, iddianamedeki biçimsel ve içeriksel yanlışlıklar ve eksiklikler üzerinde durarak özellikle DEP’in PKK’nin “yasal görünümdeki maske kuruluş” iddiasını hukuki zeminde çürütmeye çalışmıştı. Bu noktada ise, Doğan şunları kaydediyordu:

“HEP, ÖZDEP ve DEP’in PKK’nin ‘siyasi kanadı’ veya ‘maske kuruluşu’ olduğunun kabulü halinde, geçmişte HEP, DEP ve ÖZDEP’te kurucu, yönetici ve sadece üye olan binlerce kişi civarında insanın da PKK üyesi olarak kabulünü, onlar hakkında da kamu davasının açılmasını gerekli kılar.”

Orhan Doğan kendisine dönük iddiaları yanıtlarken de “Kürt Sorunu ve Uluslararası Hukuk”, “Kürt Sorununun Boyutları” ve “Hukuksal Değerlendirme” kapsamı içinde kalarak savunmasını şu cümlelerle sonlandırmıştı: “Yargılanmanın tarihsel önemine inanmakla birlikte, tarihin kimi ya da kimleri yargılayacağı, bir sorundur… Kendi adıma asla ‘sanık’ sayılmayacağıma inanıyorum.” (Bkz. Ag. Savunma, s. 35-77)

İddianamenin hukuki zeminden uzak olduğunu vurgulayan bir diğer “sanık”, DEP Parti Meclisi Üyesi ve Muş Milletvekili Sırrı Sakık idi. Sakık’a göre de iddianame bir “tertip belgesi”ydi. Siyasetin yargı bağımsızlığını çiğnediğini, kendisine karşı suçlamaların ise kardeşi Şemdin Sakık’la özdeşlik kurularak oluşturulduğunu, bununda hiçbir hukuki dayanağının bulunmadığını kaydetmişti. Yargılanmasının genel nedeninin HEP-DEP Milletvekili olması, özel nedenin ise “Sakık” soyadını taşımasına bağlarken, savunmasını da, “Bu karanlığa küfredeceğimize, karanlığı aydınlığa çıkarmak için bu ülkede yaşayan herkesi bir mum yakmaya çağırıyorum” diyerek bitirmişti. (Bkz. Ag. Savunma s.79-96)

DEP Genel Başkanı ve Diyarbakır Milletvekili Hatip Dicle ise, yargılama sürecini Türkiye açısından bir talihsizlik olarak görmüştü. Savunmasında Türkiye’nin içinde bulunduğu anti demokratik ortamı uzun uzadıya anlatarak, DGM’leri de “İstiklal Mahkemeleri”yle eş değerde tutmuştu. Davanın özü itibarıyla Kürt kimliği ve Kürt sorununun inkarı üzerine inşa edildiğini, kendilerinin ise düşüncelerinden dolayı yargılandığını belirtmişti. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve ardından meydana gelen gelişmelerde Kürt sorununun aldığı seyir üzerinde duran Dicle, ilk başlarda “Türk-Kürt Birliği”nin savunulduğu daha sonraki süreçlerde de Kürt inkarına yönelindiğini kaydetmişti. Sorunu tam bir çıkmaza sokan bu zihniyetin kendileri hakkında iddianameyi hazırlayanlarca sürdürüldüğünü savunarak, Kürt sorununun bu tarz yöntemlerle daha da açmazlara itildiğini ifade etmişti. Dicle, Meclis’te bulundukları zaman zarfında verdikleri soru, gensoru, araştırma önergelerinde ve Meclis konuşmalarında şiddet politikalarına karşı çıktıklarını belirtirken, konuşmasını ise aşağıdaki şekilde bağlamıştı:

“Davanın planlanması ve kararı, Milli Güvenlik Kurulundan başladığından dolayı, bu dava siyasi bir davadır. Özü itibarıyla, kimliğimizin ve Kürt sorunu hakkındaki düşüncelerimizin yargılanmasıdır… Bu davanın sonucu ne olursa olsun, tarih önünde ve halkın vicdanında aklanacağımıza kesinlikle inanıyor ve tarihin şaşmaz yargısına güveniyoruz.”(Bkz. Ag. Savunmalar, s. 99-121)

Bu ilk duruşmada son olarak Şırnak Bağımsız Milletvekili Mahmut Alınak, savunmasında hazırlanan iddianamedeki çelişkiler ve davanın siyasi oluşu üzerinde ayrıntılı bir şekilde değerlendirmede bulunmuştu.

Milletvekillerinin yargılanmasına ilişkin ikinci duruşma 7 Eylül 1994 günü yapıldı. Bu duruşmada yazılı belgeler mahkeme heyetine sunuldu. Birer ay arayla yapılan diğer duruşmalar da tam bir siyasi tartışma platformuna dönüşmüştü. Üçüncü duruşma 7 Ekim 1994 günü yapıldı. Bu duruşmada kartlar açık konuldu. Duruşmada deliller değerlendirilirken bir savunmadan ziyade, mevcut siyasal sisteme karşı eleştirilerde bulunmuşlardı. Milletvekillerinin savundukları düşünceleri duruşma salonundakiler alkışladığı için Mahkeme Başkanı Muammer Ünsoy kendisini bir an kaybederek “namussuz ve şerefsizler”(Bkz. HEP, DEP ve Devlet, s.209) diyerek salondakilere hakaret etmişti.

İlerleyen zamanlarda Ankara 1 Nolu DGM’de davaları görülen milletvekilleri ile 2 Nolu DGM’de davaları görülen DEP Şırnak Milletvekili Selim Sadak ve Diyarbakır Milletvekili Sedat Yurtdaş’ın davaları birleştirildi. Yukarıda da belirtildiği gibi Ankara 2 Nolu DGM DEP’in kapatılmasından sonra Sadak ve Yurtdaş hakkında dava açmıştı. Her iki milletvekili 26 Ekim günü ilk olarak mahkemeye çıktı, 9 Kasım günü yapılan ikinci duruşmada da Ankara 2 Nolu DGM’de görülen Sadak ve Yurtdaş’ın davalarının Ankara 1 Nolu DGM’de görülen davayla birleştirilmesine karar verildi. “Birleşik DEP Milletvekillerinin Davası” ise 10 Kasım günü görüldü. İkincisi de 24 Kasım’da yapıldı. Bu duruşmada milletvekilleri ve avukatların soruşturmanın genişletilmesi taleplerinin reddedilmesi ve Mahkeme Başkanı’nın sert tavırları protesto edilerek avukatlar ve izleyiciler salonu terk etmişti. “Sanık” milletvekilleri ise bu durum karşısında esas hakkında savunma yapamayacaklarını belirtmişlerdi. Bunun üzerine Mahkeme Başkanı da tutanaklara “savunma yapmıyoruz” şeklinde kayda geçmişti.

“2 Mart Darbesi”yle başlayan operasyonun karar duruşması ise 8 Aralık 1994 günü yapıldı. Avukatlar bir önceki duruşmada mahkemenin yaklaşımlarını protesto ettikleri için katılmamışlardı. Milletvekilleri ise savunma yapmayacaklarını açıklayınca, Mahkeme Heyeti 7’si DEP’li biri bağımsız 8 milletvekili hakkında aldığı kararı açıkladı.

Mahkeme Başkanı “Gereği Düşünüldü” diye söze başlarken devamını şöyle getirmişti:

“Sanıklardan Ahmet Türk, Leyla Zana, Orhan Doğan, Hatip Dicle ve Selim Sadak’ın Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin topraklarından bir kısmını ülke bütünlüğünden ayırıp Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinde bir Kürt devleti kurmayı amaçlayan silahlı çete niteliğindeki PKK adlı örgütün liderinden aldıkları emir ve talimat doğrultusunda ülke içinde ve dışında bölücü faaliyette bulundukları… Sanık Sedat Yurtdaş’ın yasadışı silahlı çete niteliğindeki PKK adlı örgütün uluslararası platformlarda meşru görüntü verilmesi amacıyla yoğun çaba sarf etmesine… Sanıklardan Mahmut Alınak ve Sırrı Sakık’ın Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü aleyhinde yazılı ve sözlü propaganda yaptıkları…” denilerek sanık milletvekilleri hakkında şu karara varılmıştı: “Bir: Sanıklardan Ahmet Türk, Leyla Zana, Orhan Doğan, Hatip Dicle ve Selim Sadak’ın TCK’nun 168/2 ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 5. maddesi gereğince 15’er yıl ağır hapis cezası ile cezalandırılmalarına, tutukluluk hallerinin devamına… İki: Sanık Sedat Yurtdaş’ın TCK’nun 169. ve 3713 sayılı kanunun 5. maddesi gereğince 7 yıl 6 ay ağır hapis cezası ile cezalandırılmasına, tutukluluk halinin devamına… Üç: Sanıklar Mahmut Alınak ve Sırrı Sakık’ın 3713 sayılı kanunun 8/1 ve TCK’nun 80. maddesi gereğince üçer yıl altışar ay hapis cezası ile cezalandırılmasına tutuklu kaldıkları süre ve tayin edilen cezanın miktarı göz önünde bulunularak tahliyelerine…”

Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin bu kararına karşı milletvekillerinin Yargıtay 9. Ceza Dairesi’ne yaptıkları başvuruların sonucu 26 Ekim 1995 günü açıklandı. Buna göre Yargıtay 9. Ceza dairesi; Leyla Zana, Orhan Doğan, Selim Sadak ve Hatip Dicle’nin 15’er yıllık hapis cezalarını onayladı. Ahmet Türk ve Sedat Yurtdaş hakkında verilen hüküm bozularak tahliye edildiler.

HADEP DÖNEMİNDE YAŞANAN SEÇİM BASKILARI

Anayasa Mahkemesi’nde DEP davası görüşüldüğü sıralarda yeni parti için harekete geçilmişti. Murat Bozlak başkanlığında yürütülen çalışmalarda Halkın Demokrasi Partisi (HADEP), 11 Mayıs 1994 günü kuruldu. HADEP kurulduktan sonra HEP ve DEP üzerindeki baskılar HADEP üzerinde de devam etti. Bu baskıların en belirgin etkisi de seçim dönemlerinde kendisini göstermekteydi.

Meclis’te çeşitli nedenlerden dolayı boşalan 22 sandalye, Anayasal zorunluluktan kaynaklı olarak ‘ara seçimler’i gündeme getirdi. Meclis ise, ara seçimlerin 4 Aralık 1994 gününde yapılmasına karar verdi.

Ara bir seçim olmasına karşın, bu seçimlerde parlamento içi partiler bir hesap içine girmişti. Başbakan Yardımcısı ve SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın’ın yapılacak seçimlerdeki amacı Adıyaman’dan milletvekili olup parlamentoya girmekti. Başbakan Çiller ise, parlamentodan attığı DEP’li milletvekillerinin yerini doldurmaya çalışıyordu. Çiller içten ve dıştan gelen tepkileri de düşünerek eski DEP’liler de dahil olmak üzere seçimle bu boşluğu doldurmak ve gelen tepkileri bir nevi de olsa dindirmek istiyordu. Anavatan Partisi ara seçimler karşısında çekimser bir durum sergilerken, Refah Partisi ise ara seçimlere karşıydı. Bu yüzden de seçimlerin iptal edilmesi için Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulunmuştu.

Parlamento içi ve dışı siyasi partiler, 13 ilde yapılacak ara seçimler için harekete geçti. Bu konuda her siyasi parti gibi HADEP de seçimle ilgili fizibilite çalışmaları başlattı. Bu seçimlerde hemen hemen tüm gözler HADEP’in üzerinde odaklanmıştı. Çünkü Mecliste sandalyelerin çoğu DEP’ten boşalan yerlerdi. Bu nedenle de HADEP’in seçimler karşısında göstereceği tavır iktidar partileri açısından belirleyiciydi.

Seçimin gündeme gelmesiyle birlikte HADEP üzerindeki baskılar da eş zamanlı olarak ortaya çıktı. İçişleri Bakanı Nahit Menteşe basına verdiği demeçlerde HADEP’in PKK’nin destekçisi olduğunu iddia etmiş ve HADEP’i baskıların hedefi haline getirmişti. Çok geçmeden bu sözlerin yankısı yerini buldu. HADEP Parti Meclisi üyesi Cebbar Leygara Genel Merkez binasından çıkarken, Van İl Başkanı Hamit Acar da Van’da gözaltına alındı. Kısa bir süre sonrada Adana Yüreğir İlçe Yöneticisi Salih Sabuttekin evinden çıkarken, beş gün sonra da Yüreğir İlçe Başkanı Rebih Çabuk ve İlçe Yönetim Kurulu üyesi Cafer Cari uğradıkları silahlı saldırı sonucu öldürüldüler. HADEP üzerinde baskılar aralıksız sürdü. HADEP Parti Meclisi üyesi Melik Aygül Erzurum Terörle Mücadele Şubesi ekiplerince gözaltına alınırken, İzmir Konak İlçe Yönetim Kurulu üyesi Enver Emekçi de İzmir’de DGM çıkışında gözaltına alındı. HADEP’in “1 Eylül Dünya Barış Günü” dolayısıyla düzenlediği bir dizi etkinliğe de izin verilmemişti.

HADEPOlası bir iktidar paylaşımında devletin Kürtlere karşı başvurduğu bu klasik yaklaşımı, ara seçimlerle birlikte kendisini bir kez daha ortaya koydu. Bir önceki yerel-genel seçimlerde aynı tabloyla DEP karşılaşmıştı. 20 Eylül 1994 günü Meclisten geçen ara seçim kararını değerlendiren HADEP, seçimlerin demokratik olamayacağı kanısındaydı. Ara seçim için gerekli koşulların olup olmadığını araştırmak üzere HADEP Genel Başkanı Murat Bozlak başkanlığında, Osman Özçelik, Hikmet Fidan, Bahattin Günel, Süleyman Savaş, Kemal Bilget, Seracettin Kırıcı, Abdullah Saydın, Muharrem Keklik, Zeynettin Unay, Veli Aydoğan, Cihan Sincar, Naci Aslan, Nuri Güneş ve Enver Karahan’dan oluşan 15 kişilik heyet incelemelerde bulunmak üzere seçim bölgesine hareket etmişlerdi (10 Ekim 1994).

Araştırmalarını sürdürdükleri Van, Batman, Diyarbakır, Mardin, Adıyaman ve Adana’da birkaç istisna dışında heyet ciddi zorluklarla karşılaşmamıştı. Halktan büyük ilgi gören HADEP heyeti ancak gezi boyunca edindikleri izlenimleri rapor ederek seçimlere hile karışacağı tespitinde bulunmuşlardı. Hazırlanan rapor, 3 Kasım günü toplanan HADEP Parti Meclisinde görüşüldü ve ara seçimlerde karşılaşılacak zorluklar üzerinde ayrıntılı bir değerlendirme yapılarak, seçimlere katılmama kararı alındı. Yapılan bir basın toplantısıyla da karar kamuoyuna deklere edildi.

Açıklamayı yapan HADEP Genel Başkanı Murat Bozlak, ara seçimin meşru olmadığını belirterek halkın gücü ve oy desteğiyle seçilmiş Demokrasi Partisi milletvekillerinin halkın iradesine rağmen ve anayasanın anti demokratik 84. maddesine dayanılarak hukuk dışı bir uygulama ile vekaleten azledilmesini eleştirerek, milletvekillerinin halkın yüreğindeki vekaletlerini sürdürdüklerini ve dünyanın hiçbir ülkesinde aynı yasama dönemi içinde bir kez seçilmiş milletvekillerinin meşru kabul edilmesi için ikinci kez seçilmelerinin uygun görülmeyeceğini belirtmişti. Gezi boyunca edindikleri izlenimleri de aktaran Bozlak, ara seçimlerin demokratik ve adil olmayacağı kanısında olduklarını ifade ederken de, ara seçimin ağırlıklı olarak baskı ve zulmün devam ettiği bir bölgede geçeceğini, oysa seçimin yapılacağı bölgede köylerin yıkıldığı, yakıldığı ve zorla göç ettirildiği, faili meçhul cinayetlerle korku salındığını, devletin güvenlik güçleri ile mülki idarecilerinin seçimlerde taraf olduklarını, bunun da eşit propaganda yapma koşullarını ortadan kaldırdığını, bütün bunlardan kaynaklı olarak da anti demokratik ortamda geçecek seçimlerin meşru olamayacağını belirtmişti. Sorumluluğa ortak olmak istemediklerini kaydeden Bozlak, seçimlere katılmayacaklarının ve seçimlerde hiçbir siyasi partiyi desteklemeyeceklerinin de altını çizmişti.

HADEP’in bu kararından sonra benzer bir karar da Anayasa Mahkemesi’nden geldi. Seçimlerin hukuki bir çerçevede geçip geçmeyeceğini incelemeye alan Anayasa Mahkemesi ise, 4 Aralık’ta Milletvekili ve Mahalli İdareler Ara Seçimi Yapılması Hakkında 4044 Sayılı Kanun’un 2. maddesinin 2. fıkrası uyarınca sandık seçmen listelerinin güncelleşmesine ilişkin aldığı kararda, ara seçimlerin iptaline oy birliğiyle karar vermişti. Gerekçeli kararda, “sandık seçmen listelerine yazılmayan vatandaşların güncelleştirme kapsamına almamak seçme hakkını olanaksız kılmaktadır” denilerek, seçimlerin ağırlıklı olarak yoğun göç olaylarının yaşandığı bölgelerde yapılacağını belirtmiş ve HADEP’in gerekçesini haklı kılmıştı (16 Kasım 1994).

Son kararı verecek olan Yüksek Seçim Kurulu ise, Anayasa Mahkemesi’nin kararı karşısında sandık seçmen listelerinin yeniden güncelleştirilmesi gereğinin ortaya çıktığını belirterek, 4 Aralık’ta oy verme günü olarak uygulanmasına olanak kalmadığını açıkladı. Daha sonra seçim tarihi noktasında bir anlaşmazlık yaşayan hükümet ortakları ve muhalefet, ara seçimlerden vazgeçerek erken genel seçim konusunu gündeme aldılar.

EMEK, BARIŞ VE ÖZGÜRLÜK BLOKU

Ara seçimlerin gündemden düşmesiyle birlikte “erken genel seçim”ler tartışma gündemine oturdu. 1995 yılı başlarında, SHP-CHP birleşmesi, yerini DYP-CHP koalisyonuna bıraktı. Birleşmenin ardından hükümetin bazı üyeleri değiştirilmiş, ama koalisyon hükümeti işbaşında kalmıştı. Daha sonra CHP’nin genel başkanlığına gelen Deniz Baykal ile Başbakan Çiller arasında yapılan görüşmede koalisyon hükümetinin sürdürülmesi yönünde anlaşmaya varılamamıştı. Baykal koalisyonun bittiğini açıklarken, Çiller de 20 Eylül 1995’te hükümetin istifasını Cumhurbaşkanı’na sundu. İstifayı kabul eden Demirel, hükümeti kurma görevini yeniden Çiller’e vermişti. Çiller, tüm çabalara rağmen öteki partilerden destek bulamayınca, azınlık hükümeti kurma yoluna gitti. 15 Ekim’de yapılan güven oylamasında Çiller’in “Azınlık Hükümeti” güvenoyu alamayınca bir gün sonra Çiller ile Baykal erken seçim koşuluyla bir DYP-CHP koalisyon hükümetinin kurulması konusunda anlaşmaya vardı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, 26 Ekim 1995 günü yaptığı toplantıda erken seçimin 24 Aralık 1995 günü yapılması kararını aldı. İlginçtir Meclisin toplandığı aynı gün Yargıtay 9. Ceza Dairesi de DEP’lilerle ilgili cezaların onanmasına karar verdiğini açıklamıştı. İki kararın çakışmasını değerlendiren Sürgünde Kürdistan Parlamentosu Yürütme Konseyi Üyesi ve DEP eski milletvekili Zübeyir Aydar, bu kararın parlamentoda Kürtlere daha uzun süre temsil izni verilemeyeceğinin bir göstergesi olduğunu ileri sürmüştü.

Erken genel seçim kararının alınması, Türkiye’de hükümetin iflası anlamına geliyordu. Siyasi Partiler ve Seçim Yasası’nda yer alan yüzde on gibi anti demokratik ülke barajı değiştirilmediği ve yine zorla göç ettirilen Kürt seçmeni için gerekli koşullar hazırlanmadığı takdirde adil ve demokratik bir seçimin yapılması beklenilemezdi. 24 Aralık’ta yapılacak seçimler halkın iradesini yansıtacak bir durumdan yoksun olduğu kadar, halkın aldatılmasının da bir aracı olarak görülmüştü. Her şeyden önce yapılacak seçimin güvenirliği yoktu. Seçim aldatmacası hükümetin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi kriz nedeniyle başvurulan bir yol olarak görülmüştü. Seçim güvenliği tartışmaları alevlenirken, DYP Genel Başkanı ve Başbakan Çiller “Güneydoğu bizim”, “Göreceksiniz burada tulum çıkaracağız” sözleri başta ANAP olmak üzere tüm siyasi partileri kaygılandırmıştı. ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ı ziyaret eden Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman, Çiller’in orduya karşı polis şeflerini yanına aldığı endişesini aktarırken, Kürt illerinde seçim güvenliğinin sağlanacağı yönünde güvence vererek Yılmaz’ın kaygılarını gidermeye çalışmıştı.

Ülke genelindeki yüzde 10 barajı, parlamento içi ve dışı partileri birbiriyle ittifak yapmaya zorladı. Baraj seçmen tercihi karşısında engelleyici bir güç olarak duruyordu. Partilerin birbiriyle kurduğu ittifaklar, stratejik bir ittifaktan ziyade barajı aşmaya dönük bir taktikti. Seçim yasasındaki bu anti demokratik baraj, tüm siyasi partileri baraj endişesine ittiği halde, 12 Eylül hukuku olduğu için, değiştirilmeye bile cesaret edilemiyordu. Bu baraj değişik düşüncelerin siyasal iktidara ve siyasal sürece akmasını da engellediği için parlamento zenginliğini de ortadan kaldırmıştı.

Tüm bunlara ek olarak Yüksek Seçim Kurulu’nun Kürtlerin yaşadığı illerinde yapılacak seçimler için farklı saat uygulaması kararı alması da, ayrı bir hukuksuzluk örneğiydi. Yüksek Seçim Kurulu (YSK) oy verme işleminin Kürtlerin yaşadığı illerde saat 06.00 ile 15.00 arası, batı illerinde ise 07.00 ile 16.00 arasında uygulanacağı yönünde resmi kararını açıklamıştı.

Diğer ciddi ve belki de en önemli sorun; yerinden ettirilmiş Kürt seçmen kitlesi ve seçmen kütüklerine yazılımlardaki aksaklıkların nasıl giderileceğiydi. İşte bütün bunlar 24 Aralık’ta yapılacak seçimlerin ne derece anti-demokratik olacağını gözler önüne seriyordu. Bu yüzden de Anayasa Mahkemesi’nde “seçim iptali” yönünde görülen dava, Çiller’i ürkütmüş olmalı ki, buna dönük çıkacak bir sonucu “siyasi bir karar” olarak değerlendireceğini belirtmişti.

Çiller’in aksine HADEP Genel Başkanı Murat Bozlak da seçimin iptalini istemişti: “Seçim yasasının iptali ve seçimlerin demokratik koşullarda yapılmasını sağlayan önlemlerin alınması bizim de talebimizdir” diyen Bozlak, erken seçimlerin birçok yönüyle halk iradesini parlamentoya demokratik bir biçimde yansıtmayacağı, dolayısıyla seçimlerin eşit ve genel olma ilkesini ortadan kaldıracağını ileri sürmüştü.

HADEP Genel Başkanı’nı haklı kılan diğer bir neden de Yüksek Seçim Kurulu’nun 24 Aralık Milletvekili seçimlerinde Kürtlerin yaşadığı illerdeki “dağınık” mahalle ve köylerde seçim sandıklarının birleştirilmesi ve tek mahalle ve köyde toplanmasına dönük kararıydı. Bu da Kürtlerin yaşadığı illerde yapılacak seçimlerin güvenliğini tartışmaya açmıştı. Çünkü bu eşitlik ve genellik ilkesini ortadan kaldıracak bir fiildi.

Yukarıda da değinildiği gibi, yüzde 10 barajı başta DYP, ANAP, CHP, RP, MHP olmak üzere siyasi partileri ciddi anlamda telaşlandırdı. Bu yüzden de ittifak arayışlarına giriştiler. DYP, ideolojik olarak kendisine yakın MHP’yi tercih ederken, ANAP ile BBP, YDH arasında da ittifak flörtleri başlamıştı. Daha önceleri MHP’yi parlamentoya taşıyan RP, arayışlarını sürdürürken, CHP ve DSP de benzer arayışlar içindeydi.

Erken genel seçimleri Halkın Demokrasi Partisi farklı bir açıdan ele alıyordu. Seçimlerin hükümet krizinden çıkılarak halkın idaresini parlamentoya yansıtacak bir demokratik seçim olması gerektiği inancındaydı. Bu yüzden de seçimleri “halkı aldatma” olarak görüyorlardı. Bunun gerçekliliği de, HADEP seçmen kitlesinin fazla olmasına rağmen, seçmenlerin yer değiştirdiği, bölge illerinde alınacak tedbirlerin “namlunun gölgesinde” olacağı, sandıklara özel tim ve askerlerin müdahale edeceğinin yarattığı şüpheler, YSK’nın seçimle ilgili aldığı kararlar, yapılacak seçimin adaletsiz geçeceğini önceden haber ediyordu. Yine, erken genel seçime az bir zaman kala, özellikle Kürt seçmenlerinin yoğun olarak yaşadıkları yerlere düzenlenen operasyonlar ve yaygın gözaltılar Kürtlerin iradesinin sandığa sağlıklı bir biçimde yansımayacağının da göstergesiydi.

HADEP’in seçimlere katılıp katılmayacağı merak konusuydu. Çünkü HADEP’in seçimler konusunda alacağı tavır diğer siyasi partilerin hesaplarını alt üst edebilirdi. Kasım’ın 8’inde HADEP Genel Başkanı Murat Bozlak, düzenlediği basın toplantısında seçimin anti demokratikliğine dikkat çekerek seçim yasasının iptali ve seçimlerin demokratik koşullarda yapılmasını sağlayan önlemlerin alınmasını talep ederken, “Ancak Anayasa Mahkemesi iptal kararı versin veya vermesin, tüm bu olumsuz koşullara karşın demokratik halk muhalefetini temsil eden partimiz, halktan aldığı yoğun destek ve güç ile bu seçimlere girecektir” diyerek, düzen partilerinin oluşturduğu ittifaklar ile elde etmek istediği oyunu bozacaklarını şöyle dile getirmişti:

“Amacımız demokratikleşmeyi ve barışı sağlamaktır. Tırmandırılan faşizan gelişmelere karşı demokrasi güçlerinin birliğini sağlamaktır… Emekten, barıştan, demokrasiden ve insan haklarından yana tüm kurum ve kişilere sesleniyorum. Gelin bu seçimlerde hep birlikte güçlerimizi birleştirelim, halktan yana bir iktidar için yürüyelim.” (Basın Açıklaması, 8 Kasım 1995, HADEP Arşivi. Ayrıca Bkz. Evrensel Gazetesi, 9 Kasım 1995)

Sürgünde Kürdistan Parlamentosu Yürütme Konseyi de, HADEP’in açıklamasından iki gün sonra, erken genel seçimlerde herkesin barış cephesine katılması yönünde çağrıda bulunarak, “faşist ittifak”a karşı barış ve demokrasi cephesini savunmuş ve Bozlak’ın çağrısına destek çıkmıştı.

Faşist bir ittifaka gidileceği korkusu Türkiye’deki siyasetçileri de ciddi anlamda endişelendirdi. DYP-MHP arasında kurulmaya çalışılan ittifak, Türkiye tarihinde görülmedik biçimde çok sayıda polis şefinin DYP’de toplanması, bu endişelerin de temel kaynağıydı. Mehmet Ağar, Necdet Menzir, Ünal Erkan bunlardan bir kaçıydı.

MHP’yle 1991 seçimlerinde ittifak yaparak bu partiyi parlamentoya taşıyan RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan, ilk kez “faşizm”den söz ediyordu. Bülent Ecevit militarizmden yakınıyor, Hüsamettin Cindoruk otoriter rejim tehlikesine dikkat çekiyordu. Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman ise Mesut Yılmaz’la yaptığı görüşmede Çiller’in orduya karşı polis şeflerini yanına aldığından söz ediyordu.(Bkz. Hikmet Çiçek, Siyah Beyaz, 8 Kasım 1995)

Çiller’in bu “faşist cephe” yaklaşımı devletçilik, milliyetçilik, batılılaşma söylemiyle yeniden hortlatılmıştı. Bu söylem askeri darbe dönemleri dışında hiçbir şekilde bu kadar pervasızlaşmamıştı. Bu, tam anlamıyla bir “siyasi oyun”du. Bu konuyu değerlendiren gazeteci Ali Bayramoğlu, Kürt meselesi ve HADEP’in devre dışı bırakılmasını, burjuva partilerin HADEP’le işbirliğine yanaşmamasını şöyle yorumluyordu:

“Kürt kökenli vatandaşlarımızı, doğal ve meşru taleplerini dışlayarak, onları bu sistemin, bu devletin iyiden iyiye karşısına ittiğimiz, yani dağa gönderdiğimiz, yani PKK’ya yaklaştırdığımızı fark etmek için, mutlaka şiddetin artması ve olacakları gözlerimizle görmemiz mi gerekiyor?... Artık kimsenin kaçamayacağı bir gerçek var… Kürt gerçeği ve Kürt kimliği…” (Ali Bayramoğlu, Yeni Yüzyıl, 18 Kasım 1995)

Gazeteci Cengiz Çandar da solda veya liberal partilerin HADEP karşısındaki tavrını eleştirirken, DSP, CHP ve YDH’nın HADEP’ten korkup kaçtığını şöyle ifade ediyordu:

“Üstelik Güneydoğu’da ve Batı’daki Kürt kökenli vatandaşlarımız nezdinde Refah’tan gayri en ciddi potansiyeli HADEP’in temsil ettiği bilinmesine rağmen ve böylesine omuz omuza bir yarış cereyan etmesine rağmen, HADEP’e kimse ‘ittifak’ için yanaşmak istemiyor.”(Cengiz Çandar, Sabah, 12 Kasım 1995)

HADEP Genel Başkanı Murat Bozlak ise, CHP ve YDH’yı değerlendirirken, “CHP sol parti değil, sabıkalı partidir, YDH ise reklam ajansı gibi çalışıyor” diyerek bu partilerin HADEP’e karşı tavırlarını eleştirmişti. Daha sonra ise, Halkın Demokrasi Partisi, rejimin kendisini militarist tarzda yeniden yapılandırmaya ve savaş cephesini genişletmeye, ezilen ve sömürülenler karşısında durumunu sağlamlaştırmaya çalıştığını belirterek, bu koşullar altında tüm demokrasi güçlerini “Emek, Barış, Özgürlük Bloku” altında birleşmeye çağırdı.

HADEP’in bu çağrısına siyasi partilerden Birleşik Sosyalist Parti (BSP), Demokrasi ve Değişim Partisi (DDP), Sosyalist İktidar Partisi (SİP), aydınlar, yazar, sanatçı ve demokratik kitle örgütleri temsilcileri destek vereceklerini açıkladılar.

“Emek, Barış, Özgürlük Bloku” bir seçim ittifakından ziyade stratejik bir işbirliği şeklinde düşünülmüştü. Tüm siyasi partilerin katıldığı ortak bir basın toplantısıyla “Emek, Barış, Özgürlük Blok”u kamuoyuna tanıtıldı. Ayrıca bir “çağrı” metni ele alınarak şöyle denildi. “Barıştan yana olanların, emek güçlerine yönelik yürütülen saldırılara karşı çıkanların, insan hakları savunucularının yeri, ‘Emek, Barış, Özgürlük Bloku’nun yanıdır. Tüm ezilenleri, demokratları, ilericileri, aydınları, gençleri, kadınları ‘Emek, Barış, Özgürlük Bloku’nu desteklemeye ve HADEP’e oy vermeye çağırıyoruz.”(Çağrı Metni, HADEP Arşivi)

HADEP solda oluşturduğu güç birliğiyle seçimlere tüm gücüyle hazırlanmaya çalıştı. Göç nedeniyle yerleşim birimlerini değiştiren seçmenlerin kütüklerine yazdırılması talimatı verildi. HADEP’in seçimlerden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Osman Özçelik, seçmen kütüklerinin güncelleştirilmesi ve özellikle yoğun göçlerin yaşandığı bölgelerdeki örgütlerinden seçmenlerin ilgili kurullara götürülüp yazdırılmasını istediklerini, bu konuda da seferberlik başlattıklarını, güncelleştirmelerin sağlıklı yapılması durumunda da yüzde 15 dolaylarında oy alacaklarını belirtmişti.

Devletin HADEP’e yönelik tüm anti demokratik yönelimlerine karşı, HADEP 24 Aralık 1995 günü yapılan seçimlere katıldı. 1 milyon 200 bin oy alan “Emek, Barış, Özgürlük Blok”u yüzde 4,2 oy oranıyla 23 milletvekili çıkarmasına rağmen, ülke düzeyindeki yüzde on barajına takıldığı için Meclis’e girememişti. Diğer partilerin parlamentodaki yüzdelik oranı ve milletvekili sayısı ise şöyleydi:

Birinci parti olarak çıkan RP yüzde 21,4 (158 sandalye), ANAP yüzde 19,6 (132 sandalye), DYP 19,2 (135 sandalye), DSP yüzde 14,6 (76 sandalye), CHP yüzde 10,7 (49 sandalye), ile parlamentoya girmişti. Parlamentoya giremeyen partiler ise MHP yüzde 8,2, YDH yüzde 0,5, MP yüzde 0,5, YDP yüzde 0,3, İP yüzde 0,2, YP yüzde 0,1, Bağımsız yüzde 0,5. Seçimlere katılan toplam siyasi parti sayısı ise 12 idi. Bunlardan ancak 5’i parlamentoya girebilmişti.

Devamı: YAZI DİZİSİ-5: Kürtlerin Seçim Serüveni ve Devletle İmtihanı (1990-2018)