Öncesi:

YAZI DİZİSİ-1: Kürtlerin Seçim Serüveni ve Devletle İmtihanı (1990-2018)

YAZI DİZİSİ-2: Kürtlerin Seçim Serüveni ve Devletle İmtihanı (1990-2018)

YAZI DİZİSİ-3: Kürtlerin Seçim Serüveni ve Devletle İmtihanı (1990-2018)

YAZI DİZİSİ-4: Kürtlerin Seçim Serüveni ve Devletle İmtihanı (1990-2018)

Eyyüp Demir / Demokrat Haber

SEÇİM SONRASI YENİ GELİŞMELER

1995 seçimleri Türkiye’de politik belirsizlik ve iktidar krizi doğurdu. Bu seçimler iktidarını koruma pahasına parlamentoyu, “bağımsız mahkemeler”i ve basını kullanan Çiller iktidarının da sonunu getirdi. Seçimlerden çıkan tablo bazıları tarafından ‘devletin güvenliği’ açısından sakıncalı görüldü. Alınan sonuç hiçbir partinin tek başına iktidar olmasına yeterli gelmedi. 8 Ocak 1996’da Meclis açılınca partiler arasında süren yeni hükümet arayışları tam bir açmazın içine girdi. Meclisin açılışından bir gün sonra Cumhurbaşkanı Demirel, hükümeti kurma görevini Meclis’te en çok üyeyle temsil edilen Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan’a verdi. Erbakan siyasi parti liderleriyle yaptığı görüşmelerden herhangi bir sonuç alamayınca Ocak’ın 19’unda görevi iade etti. Bunun üzerine Demirel aynı gün milletvekili sayısı açısından ikinci sırada bulunan DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’i yeni hükümeti kurmakla görevlendirdi. Çiller de Erbakan gibi, siyasi parti liderleriyle yaptığı görüşmelerden herhangi bir sonuç alamayınca Şubat’ın 3’ünde görevi iade etti. Demirel, aynı gün görevi bu kez de ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a vermişti. Yılmaz, siyasi partilerle yaptığı görüşmelerde RP tarafından sıcak karşılanmasına rağmen, devletin kimi odakları bundan rahatsızlık duymuştu. Parlamento dışında kalan HADEP ise, ANAP-RP arasında kurulabilecek hükümete sıcak bakıyordu.

Seçimlerin üzerinden 48 gün geçmesine rağmen hükümet bir türlü kurulamadı. Mevcut siyasi kriz, hükümet krizine dönüşünce kimi odaklar parlamentoyu sıkıştırmaya başladı. Bunun üzerine de Yılmaz zorunlu olarak Çiller’le anlaşarak ANAP-DYP koalisyon hükümetini kurdu.

Fakat bu iki partinin milletvekili sayısı hükümetin güvenoyu almasına yeter düzeyde değildi; bir koltuk değneğine ihtiyaç duyuyordu. DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit, bu konuda destek çıkacağını belirterek, kurulacak ANAP-DYP hükümetinin güven oylamasında milletvekillerine “ret” oyu kullandırtmayacağını ve “çekimser” oy vereceklerini belirterek bir bakıma koltuk değneği olacaklarını açıklamıştı. Yılmaz ve Çiller, Mart’ın 3’ünde ortak hükümet için protokol imzaladılar. Bu protokole göre başbakanlık dönüşümlü olacak ve bu görevi önce Yılmaz, ardından da Çiller üstlenecekti. 12 Mart’ta ise yapılan güven oylamasında hükümet 80 çekimser, 207 ret oyuna karşılık 257 oyla güvenoyu aldı.

Refah Partisi 257 kabul oyuyla güvenoyunun Anayasa’nın ön gördüğü çoğunluğun altında kaldığı gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne dava açtı. Parlamento’nun dışında bulunan HADEP ise bu duruma tepki göstererek ANAP-DYP hükümetinin talimatlar üzerine kurulduğunu öne sürdü. HADEP Genel Başkanı Murat Bozlak, kurulan hükümetin şiddet yanlısı azınlık hükümeti olduğunu belirtirken, şiddet yanlılarının sırtını DYP’ye dayandırdığını, DYP’nin içinde yer aldığı bir hükümetten Kürt sorununa ilişkin barışçıl ve özgürlükçü bir çözüm beklenemeyeceğini kaydetmişti.(Bkz. Demokrasi, 4 Mart 1996) Hükümete olan bu güvensizlik aynı şekilde birçok çevre tarafından da dile getirdi.

Anayasa Mahkemesi Refah Partisi’nin yaptığı itirazı haklı bularak güven oylamasının iptaline karar verdi. Dava sürerken hükümet ortakları arasında özellikle Çiller’in malvarlığı noktasından kaynaklanan anlaşmazlıklar hükümet ortaklarını karşı karşıya getirmişti. Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararının Haziran’ın 6’sında Resmi Gazete’de yayınlanması üzerine, Başbakan Mesut Yılmaz aynı gün hükümetin istifasını Demirel’e sundu. Çok kısa ömürlü olan Anayol hükümeti böylece son bulmuştu.

‘Sınama-yanılma’ yoluyla yapılan hükümet arayışlarının yeni ortakları bu kez ise “uzlaşmaz karşıtlar” gibi gözüken RP-DYP idi. Cumhurbaşkanı Demirel, Haziran’ın 7’sinde yeni hükümeti kurma görevini ikinci kez Erbakan’a verdi. Çiller hakkında verilen örtülü ödenek önergesinin 19 Haziran’da RP’nin büyük desteğiyle reddedilmesiyle RP-DYP arasındaki ‘uzlaşmaz’lık çözülerek ortaklık için ilk adım atılmıştı.

Aslında bu uzlaşmaz karşıtlıkta, “yanılsama siyaseti” devreye sokulmuştu. RP Grup Başkanvekili Şevket Kazan tarafından ortaya atılan örtülü ödeneğe ilişkin iddialar, yine RP’nin oylarıyla meclis gündeminden çıkarılmıştı. Bunun üzerine 28 Haziran günü Necmettin Erbakan’ın Başbakanlığında 54. Hükümet olan Refahyol hükümeti kuruldu. Çiller bu hükümette Başbakan Yardımcılığı ve Dış İşleri Bakanlığı görevine getirildi. Refahyol hükümeti Temmuz’un 8’inde 265 ret oyuna karşı 276 kabul oyuyla güvenoyu aldı.

DÜŞÜNDÜREN SEÇİM

Seçimlerde HADEP Kürtlerin yaşadığı illerde açık bir farkla birinci parti olarak çıktı. 28 milyon geçerli oydan 1 milyon 171 bin 623 oy alarak yüzde 4,17’lik bir oy oranı elde etti. Bu sayı ülke barajı açısından düşük görünse de Kürtlerin yaşadığı illerde ezici bir çoğunlukla başarı sağlamıştı. Meclise girmemesine karşın, 17 ilde barajı aşmış 23 milletvekili çıkaracak oranda oy almıştı. ANAP ise bu seçimlerde sıradan bir gerekçeyle kendilerine ait oyların yanlışlıkla HADEP’e gittiğini iddia etmişti. ANAP’ın “arı” amblemi ile HADEP’in “kelebek” ambleminin bazı ANAP’lı seçmenler tarafından karıştırıldığı, Karadeniz ve Orta Anadolu’da birçok oyların HADEP’e gittiği iddia edilmişti. ANAP’ın öne sürdüğü gerekçe Giresun’da HADEP’e 4 bin oyun çıkması, Muğla’ya bağlı Kavaklıdere Köyünde de 104 oyun tümünün HADEP’e gitmesiydi.(Bkz. Hürriyet, 4 Ocak 1996)

Her nedense HADEP bir Türkiye Partisi olarak görülemiyordu ya da görülmek istenilmiyordu. Ki, bu dönem HADEP bünyesinde “Emek, Barış ve Özgürlük Bloku” adı altında üç parti daha bulunmaktaydı. Yine HADEP’e yalnız buralar değil, korucu köyleri de oy vermişti. HADEP’e oy çıktı diye güvenlik güçleri koruculara bile şiddet uyguladı. Siirt’in Pervari ilçesine bağlı Horsiyan korucu köyünde 400 seçmenden 182’sinin oyunun HADEP’e çıkması üzerine askeri birimler köye baskı yaptı. Van’ın Gürpınar ilçesine bağlı Akçuri Köyünde HADEP’e bir oy çıkınca köyün muhtarı oy nedeniyle üç kez gözaltına alındı. Bitlis’in Adilcevaz ilçesine bağlı Xaskündür Köyünde iki kişi HADEP’e oy verdiği için korucular tarafından dövülmüşlerdi.

HADEP, seçim dönemi ile ilgili hazırladığı raporda seçim öncesi ve sonrası bir aylık sürede toplam 122 kişinin güvenlik güçleri tarafından gözaltına alındığı, bunlardan birçoğuna işkence edildiğini, bazılarının da tutuklandığını rapor etmişti. Baskıların ağırlıklı olarak kırsal alanda yoğunlaştığı, ‘seçilmiş’ HADEP milletvekillerinin de baskılara maruz kaldığı bu rapora yansımıştı. Seçim süreciyle başlayan ve seçimlerden sonra da devam eden baskıların artış göstermesi üzerine de, parti yönetimi olayı Cumhurbaşkanı’na götürme kararı aldı.

HADEP, seçimlerde Kürt illerinde edindiği başarıyı ne yazık ki, Türkiye’nin batı illerinde gösteremedi. Bir alandaki başarı kadar, diğer alanda da başarısızlık söz konusuydu. Dört parti arasında kurulan “Emek, Barış, Özgürlük Bloku” da Türkiye’nin batı illerinde arzuladığı sonucu elde edememişti. Seçimlerde bu tablonun çıkmasının birçok nedeni vardı; ancak gözden kaçırılmaması gereken bir nokta, HADEP’in elde ettiği oy oranı partinin aldığı kesin bir sonuç değildi. Devletin HADEP seçmeni üzerindeki baskılarıyla birlikte Türk sol kesimi içindeki ‘milliyetçi’ unsurların HADEP’e oy vermemesi ve yine yüzde on barajı nedeniyle “HADEP nasıl olsa barajı aşamaz” kaygısıyla seçmenin başka partilere yönelmesi, olumsuz yansıyan birer etmendi. Hakeza seçim sistemi, seçmen kütüklerinden kaynaklı problemler, devletin HADEP politikası da seçim sonuçlarını etkilemişti.

İlk kez seçime giren HADEP, çıkan tabloyu hem başarılı hem de başarısızlık olarak niteliyordu. HADEP’in seçimden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Osman Özçelik belirgin iki sonuca dikkat çekiyordu. İlki Kürtlerin yaşadığı illerde halkın açık olarak HADEP’i tercih etmesi; ikincisi de halkın hiçbir partiye güvenmediğini ortaya çıkarmasıydı.(Bkz. Demokrasi, 8 Ocak 1996) Blok’un ortaklarından biri olan SİP Genel Başkanı Aydemir Güler ise, “Emek, Barış, Özgürlük Bloku”nun olumlu yanlarını değerlendirirken Blok’un tek ayak üzerinde yalnızca ‘barış’ zemininde inşa edilmesinin yetersizliğine de dikkat çekmişti.(Bkz. Aydemir Güler, “Bir Mektup Yine Blok”, Demokrasi, 19 Mart 1996) Güler, 1980 sonrasında ilk kez bir seçim döneminde sadece bir “kimlik deklarasyonu” ile değil, toplumun değişik katmanlarına seslenildiğini, tarihte ilk kez milyonlarla ölçülebilen bir kitle desteğiyle devrimci bir politikanın sergilendiğini ifade ederken, insan hakları ve demokrasi argümanlarının ötesinde aktif bir çıkışla savaşa müdahale olunduğunu, ayrıca Türkiye’deki devrimci dinamik, emekçi hareket ile Kürt hareketi arasında, emekçi ve sol kimlikli bir ortaklığın tesis edildiğini belirtiyordu (Erdem Anılan, Sosyalistler Seçim Yenilgisini Tartışıyor, Siyah Beyaz, 6 Ocak 1996).

Ertuğrul Kürkçü de “Emek, Barış, Özgürlük Bloku” hakkında düşüncelerini açıklarken Blok’un Kürt milliyetçileriyle girilmiş bir ittifak olmadığını, ilk kez sosyalistlerin 1980’lerden beri politik bir eylem olarak seçim kampanyası yürüttüklerini ve seçime barış ve siyasi çözüm çerçevesinde katıldıklarını şöyle dile getiriyordu: “HADEP’in parlamentoya girişi, Türkiye’de krizin temelini oluştururken ve Kürt meselesinin barışçıl bir çözümü için imkan olarak değerlendirilirken, ideolojik olarak sadece sosyalizm değil, sosyalistleri çözüme itmeyi hedefledi.”(Ag. Gazete)

Blok’u daha farklı bir açından ele alan Aydın Çubukçu ise, HADEP’in temsil ettiği bu bloğu sosyalizm iddiasından uzak olarak görüyordu. HADEP’in seçime sosyalist bir parti olarak ya da bu anlamda iktidarı talep eden bir parti olmadığını iddia etmiş, Blok’un seçmen karşısına, soyut özgürlükçü ve emek kavramlarıyla, bir de yöneldiği seçmen kitlesi gözünde, yalnızca evinden ve barkından olmamak, akan kanın durması gibi konjonktürel ve sosyal olmaktan çok ‘askeri’ bir içerik taşıyan ‘barış’ kavramıyla öne çıktığını ileri sürmüştü. Çubukçu’ya göre alınan oylar büyük oranda ‘solcu’ olduğundan değil, Kürtleri temsil ettiğindendi.(  Siyah Beyaz, 8 Ocak 1996)

Blok’un bir “seçim ittifakı” düzeyinde kalmasına karşı çıkan Mihri Belli, yeni katılımlarla Blok’un güçlenmesi gerektiğini savunuyordu. Ona göre örgütsel birliğe ulaşma, Blok’un güçlenmesinde büyük bir rol oynayacaktı.(  Demokrasi, 12 Nisan 1996) Fakat, “Emek, Barış, Özgürlük Bloku” Kürt halkına destek veren ‘Türk demokratları’nın ötesine geçemedi. Mihri Belli’nin ifade ettiği güç birliği de bu demokratlar çerçevesinde kaldı. 24 Aralık seçimlerinden önce kurulan blok bir süre sonra tıkanma noktasına geldi. HADEP Genel Başkanı Murat Bozlak’ın çabalarına rağmen Blok ÖDP’nin tavrına kilitlendi. 21 Ocak 1996’da partileşen ÖDP net bir tavır sergileyemediği gibi Blok’un gidişatını da etkilemişti. SİP’in Blok’a ilişkin tutumu biliniyordu, ki bu bir protokole de dönüşmüştü. HADEP’te blokun sürmesinden yanaydı, bu konuda da solu tercih etmişti. Ancak sol kendini bu yaklaşımlarıyla HADEP’ten uzak tutmuştu. Ana gövde itibarıyla sosyalist olan Kürt hareketi, ne yazık ki solculardan yeterince destek alamamıştı.

Gerek seçim sonuçları gerekse de “Emek, Barış, Özgürlük Bloku”nun içinde bulunduğu sorun, HADEP’i yeniden toparlanmaya itti. Seçimin hemen akabinde yapılan toplantılarda HADEP yeniden yapılanma kararı aldı. Partinin değişim stratejisi oldukça geniş bir yelpazede tutuldu. HADEP’liler, feministlerden çevrecilere, demokratik kitle örgütlerinden üniversitelere dek birçok yere mektuplar göndererek partinin genişletilmesi noktasında destek talebinde bulunmuşlardı. Sivil toplum örgütlerine gönderdiği çağrı metninde Türkiye’deki mevcut durum ve sorunların çözümündeki yasal ve yönetsel engellerin kaldırılması konusunda görüş ve öneriler istemişti. Bu doğrultuda HADEP örgütsel eksikliklerin tamamlanması için atağa geçerken, tüm illerde de üye kampanyası başlatmıştı.

HADEP yeniden yapılanma çerçevesinde uygun bir program ve tüzüğün oluşturulması kararı aldı. Politikalarını yeniden gözden geçirmek üzere görüş ve eleştirilere kendilerini açık tutarak, her türlü öneriye de önem verdiklerini çeşitli çevrelere deklere etmişlerdi. HADEP Genel Başkan Yardımcısı Osman Özçelik, sivil toplum örgütlerine çağrıda bulunurken, programlarının güncelleştirilmesi, kimi konuların detaylandırılması amacıyla bir çalışma başlattıklarını ve bu konuda her türlü desteğe açık olduklarını belirtmişti. Yeniden yapılanma noktasında son derece kararlı gözüken HADEP, yapacağı kongreyle yaşanan bu tıkanıklığı aşmayı hedefliyordu.

18 NİSAN 1999 GENEL VE YEREL SEÇİMLERİ

PKK lideri Abdullah Öcalan İtalya’nın Başkenti Roma’da iken, Türk hükümeti İtalya’dan Öcalan’ın derhal iade edilmesini talep etmiş ve bu konuda harekete geçmişti. İçeride ciddi bir krizle karşı karşıya kalan Başbakan Mesut Yılmaz hükümetin başarısızlıklarını ve hakkındaki yolsuzluk iddialarını kamufle etmesi amacıyla bu gelişmeleri bir fırsat olarak değerlendirdi.

Roma süreciyle birlikte gündem, iç belirsizliklerden dış gelişmelere taşındı. Devlet destekli şoven tepkiler, hükümetin de desteğiyle hızlı bir şekilde tırmanışa geçti. İtalya Büyükelçiliği’ne siyah çelenkler bırakıldı, malları boykot edildi, ürünleri yakıldı, histerik bir halde İtalyan karşıtı eylemler yapıldı. Şoven saldırılar bunlarla da kalmayarak HADEP üzerine kaymaya başladı. HADEP teşkilat binalarına faşist güçlerce yapılan saldırılarda linç girişimleri yaşandı.

HADEP’in karşı karşıya kaldığı bu endişe verici saldırıları, hükümet izlemekle yetinmişti. Bu sahneler yabancı değildi, tıpkı bayrak provokasyonunda olduğu gibi. Ancak bu saldırılar daha sert ve histerikli bir durum arz ediyordu. Sokak ortasında gerçekleştirilen bu linç girişimleri gündemin değiştirilmesinde önemli bir rol almıştı.

Roma sürecinde ortaya çıkan bu tablo üzerine HADEP Genel Başkanı Murat Bozlak, yaşanan bu histerik durum karşısında halkı temkinli olmaya davet eden bir basın açıklaması yaptı. 15 Kasım 1998 günü yapılan bu açıklama nedeniyle olaydan dört gün sonra Ankara DGM Savcısı Talat Şalk’ın talimatı ile HADEP Genel Başkanı Murat Bozlak tutuklandı. HADEP il ve ilçe binaları polis tarafından baskına uğradı. Binalar tahrip edildi, arşivlere el konuldu. Baskınlar sırasında 27’si yönetici olmak üzere il ve ilçe binalarında 3 bin 215 partili gözaltına alındı. Bunlar içinde 13’ü Genel Merkez yöneticisiydi. Gözaltına alınanlar arasından Genel Başkan Yardımcısı Bahattin Günel, Genel Sekreter Ahmet Turan Demir, Parti Meclisi Üyeleri Emine Mısır, Hüseyin Yılmaz ve Şahabettin Özaslaner ile birlikte yedi il başkanı tutuklanarak cezaevine konuldular.

Devletin Roma süreciyle başlattığı bu saldırıları HADEP açlık grevleriyle protesto etti. 6–8 Aralık 1998 tarihleri arasında HADEP’in birçok il ve ilçe örgütünde üç günlük açlık grevi başlatıldı. Açlık grevinin yapıldığı HADEP binalarına polis baskın düzenleyerek yaklaşık 250 kişiyi gözaltına aldı. Bunlar arasında 2’si Parti Meclisi üyesi, 39’u yönetici, 6’sı üye olmak üzere 47 kişi tutuklandı. Kürtler üzerindeki saldırı dalgası PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 14 Şubat 1999 günü Türkiye’ye getirilmesiyle yeni bir boyut kazandı.

Türkiye’de yaşanan gelişmeler ülkeyi bir kez daha erken seçimin eşiğine getirdi. 18 Nisan 1999 günü yapılacak erken seçimlere dek hükümet dört kez el değiştirmek zorunda kaldı. Son olarak “Anasol-D” koalisyon hükümetinin düşürülmesinin ardından Cumhurbaşkanı Demirel hükümet kurma görevini DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit’e verdi. Ecevit’in çabaları sonuçsuz kalınca Demirel, bu kez de hükümet kurma noktasında Ticaret ve Sanayi Bakanı Yalım Erez’i görevlendirmişti. Yalım Erez’in hükümet kurma turları Tansu Çiller’in engeline takıldı. Erez çalışmalarını sürdürdüğü bir sırada DYP lideri Tansu Çiller, DSP’nin kuracağı bir azınlık hükümetine koşulsuz destek vereceklerini açıkladı. Bunun üzerine Demirel hükümet kurma görevini tekrardan Ecevit’e verdi. DSP azınlık hükümeti güvenoyu alarak 17 Ocak 1999’da iş başına geldi. Böylece 1995 seçimlerinden sonra “yap boz tahtası”nın son hükümeti de kurulmuştu.

Bu hükümet üç aylık bir seçim hükümetiydi. Ecevit, 18 Nisan seçimlerine kadar durumun idare edilmesi amacıyla tayin edilmiş ve iktidar nimetlerinin üzerine de oturmuştu. Ecevit, ülkenin kaotik durumunu kendileri için seçim başarısına dönüştürmeye çalıştı. Muhalif güçler özellikle de Kürtler üzerinde yürütülen şoven-milliyetçi dalganın geliştirilmesinde bizatihi rol aldı.

PKK liderinin uluslararası bir komployla Türkiye’ye teslim edilmesi ise en çok Ecevit’in işine yaradı. Bu durum “nasyonal milliyetçiler” ile “şoven milliyetçiler” arasında seçim öncesinde doğal bir yakınlaşma getirdi. Daha öncesinde yapılan anketlerde barajın altında görülen DSP ve MHP bu seçimlerde parlamentoya ilk sıralarda taşındılar.

HADEP seçim yasasındaki anti demokratik barajdan dolayı parlamentonun dışında kaldı. 18 Nisan Genel ve Yerel Seçimleri’nde HADEP kazandığı 37 belediyeyle yerelde önemli bir başarı elde etti. İlk kez bu kadar belediyeye sahip olan HADEP, yeni bir sayfa açmıştı.

HADEP’İN YERELDEKİ BAŞARISI

18 Nisan 1999 günü yapılan Genel ve Yerel Seçimlere 21 parti katıldı. Bu seçimlerde kayıtlı bulunan 37 milyon seçmenden yüzde 87’si oy kullandı. 550 milletvekilinin seçildiği seçimlerde 15’i büyükşehir olmak üzere 3213 belediye başkanı, 3126 il genel meclisi üyesi, 33.923 belediye meclisi üyesinin seçilmesi için sandık başına gidildi.

Milletvekili seçimlerinde ülke genelindeki yüzde 10 barajını beş parti geçebildi. DSP yüzde 22,17 oy oranıyla 136 milletvekili, MHP yüzde 17,98 oy oranıyla 129 milletvekili, FP yüzde 15,39 oy oranıyla 111 milletvekili, ANAP yüzde 13,22 oy oranıyla 86 milletvekili ve DYP yüzde 12,03 oy oranıyla 85 milletvekili çıkarabildi. 75 yıllık Cumhuriyet tarihinde CHP ilk kez parlamento dışı kaldı.

Bu seçimlerin hiç kuşkusuz en çarpıcı sonuçlarından ilki şoven sağ eğilimin parlamentoya taşınması, ötekisi de CHP gibi bir partinin baraj nedeniyle parlamentoya girememesiydi. 18 Nisan seçimlerinin dikkat çekici diğer bir özelliği de 1977 yılından beri ilk kez bağımsız milletvekillerinin parlamentoya gitmesi oldu; Elazığ, Malatya ve Tunceli’den üç bağımsız vekil seçilmişti.

Olağanüstü koşullar ve PKK liderinin Türkiye’ye getirilmesiyle doruğa çıkan ırkçı-şoven kampanya ve yoğun baskılar altında seçime giren HADEP genel seçimlerde 1 milyon 476 bin 284 oy alarak yüzde 4,76’lık oy oranıyla barajın altında kaldı. HADEP baraja takılarak parlamentoya milletvekili gönderememişti. HADEP’in genel yerel seçimlerdeki oy oranı ise 3,4 idi.

HADEP’in tabanı ağır baskılar altında seçime gitti. Bu anti-demokratik yaklaşım sistem tarafından son derece planlı bir şekilde yürütülmüştü. Devletin burada temel iki amacı vardı; ilki HADEP’i zayıflatarak seçime sokmak, ikincisi de güçsüz bir parti imajını yaratmaktı. Seçimlere çok az bir süre kala HADEP’in kapatma tehdidiyle yüz yüze bırakılması ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın HADEP hakkındaki “ihtiyati tedbir” kararı istemi, HADEP seçmenini son derece olumsuz etkiledi. Bu yüzden de HADEP kontrollü bir şekilde seçime sokulmuştu.

Seçim süreci boyunca HADEP üzerinde tam bir baskı uygulandı ve parti birçok noktada aday göstermekte zorlandı; kazanması muhtemel olan birçok yerde de belediye başkanlığına aday gösteremedi. Seçim propagandası çoğu yerde engellendi. HADEP, hazırladığı ‘Yerel Yönetimler’ Broşürü’nü dağıtamadı ve bu ağır koşullar altında seçimlere katıldı.

Yapılan engellemelere rağmen HADEP milletvekili seçimlerinden 10 ilde birinci parti olarak çıktı. Şayet baraja takılmasaydı; Adana (1), Ağrı (2), Diyarbakır (7), Hakkari (2), İçel (1), Kars (1), Mardin (2), Muş (2), Siirt (1), Urfa (2), Van (3), Batman (3), Iğdır (1), Şırnak (2), İstanbul (2), Bingöl (1) ve Bitlis (1) illerinde olmak üzere toplam 34 milletvekili çıkaracaktı.

Barajı aşmasa da bu koşullar altında yine de bir başarı elde etmişti. Bunun en somut ayağı ise yerelde ortaya çıktı. Biri Büyükşehir (Diyarbakır-Feridun Çelik), altısı il olmak üzere; Ağrı (Hüseyin Yılmaz), Batman (Abdullah Akın), Bingöl (Feyzullah Karaaslan), Hakkari (Hüseyin Ümit), Siirt (M. Selim Özalp), Van (Şahabettin Özaslaner) olmak üzere toplam 37 belediye başkanlığı kazandı.

HADEP’in aldığı diğer belediyeler ise şöyleydi: Adana/Küçükdikili (Mehmet Yaşık); Adıyaman/Kömür (Abuzer Bektaş); Ağrı/Doğubeyazıt (Mukaddes Kubilay), Patnos (İhsan Çelik); Aydın/Savuca (Ahmet Gedik); Diyarbakır/Yenişehir (Remzi Azizoğlu), Kayapınarı (M. Can Tekin), Suriçi (Cezayir Serin), Silvan (Zeki Çelik), Çakır (Şefik Türk), Ergani (Zülküf Emirganoğlu), Lice (Zeynel Bağır-görevden alındı); İzmir/Asarlık (Raşit Güleryüz); Mardin/Derik (Ayşe Karadağ), Kızıltepe (Cihan Sincar), Mazıdağı (Hüsnü Tur), Nusaybin (Mehmet Tarhan); Muş/Bulanık (M. Nasır Aras), Malazgirt (M. Tahir Kahramaner); Siirt/Kurtalan (Nezir Gülcan); Urfa/Suruç (Nahsan Ercan), Viranşehir (Emrullah Cin), Yukarıgöklü (Mehmet Güner); Van/Özalp (M. Salih Haktan), Bostaniçi (Muhammed Aslan).

Sandıkların açılmasının son anına kadar Tunceli ve İçel belediyeleri de HADEP’te gözükmekteydi. Ancak bir oldu bittiye getirilerek kaybettirilmişti. Devlet HADEP’in seçimlerden başarısız çıkması için her alanda geniş bir çalışma yürütmüştü.

BELEDİYE BAŞKANLARINA GÖZALTI

“Kendimizi de kentimizi de biz yöneteceğiz” sloganıyla yerelde iktidar olan HADEP, mevcut koşullar altında yürürlükteki yasaların olumsuzluklarına rağmen yapacakları çok şeyin olduğuna inanıyorlardı. HADEP’in tüm olumsuzluklara karşın kendisine güven duyması bazı çevreleri de rahatsız etmekteydi. Bu durum karşısında devlet HADEP’li belediyelere kuşku ve önyargıyla yaklaştı. Belediye başkanları mümkün olduğu kadar bu önyargıları yıkmaya çalıştılar. Türkiye’deki diğer belediye başkanları kadar kendilerinin de meşru olduğunu anlatma konusunda gayret yürüttüler. Bunu da kimi kez resmi törenlere katılma istemleriyle, kimi kez de devletin en üst düzey yetkilileriyle yaptıkları görüşmelerle sağlamaya çalıştılar.

Devletle bütünleşmek isteyen HADEP’li başkanlar çoğu kez kapıdan çevrildiler. Ya da farklı şekillerde engellendiler. Devletin bu önyargılı tavrı sorunları çözmekten de son derece uzaktı. Bunun üzerine HADEP’li belediye başkanları tüm sorunlarını aktarmak üzere 7 Ağustos 1999 günü Cumhurbaşkanı Demirel ile bir görüşme yaptılar. Bu görüşmede yaşadıkları problemleri ve hayata geçirmek istedikleri projeleri aktarmışlardı. Demirel ise görüşme sırasında kapılarının herkese açık olduğunu belirtmişti:

“Biz hacet kapısıyız. Talep ve haksızlıkların iletildiği kapıyız. Ne zaman isterseniz arayın… Mademki seçimle gitmişsiniz, siz de seçime girmeye ehilsiniz demişiz, kim kazandıysa makbulümdür. HADEP kapatılmış bir partinin devamıdır, iddiası var. İyi de bu mahkemenin işidir. Ben yargısız infaz yapmam, herkese açığım.”(Akt. Derya Sazak, HADEP’e Gözaltı, Milliyet, 22 Şubat 2000)

HADEP’li 7 belediye başkanı Cumhurbaşkanı ile görüşürken, Başbakan Bülent Ecevit’ten de randevu talebinde bulunmuşlardı. Ecevit başkanların talebini reddetti; bununla da kalmayarak, “HADEP belediyeleri bölücü akımların siyasallaşmasına destek oluyor” diyerek Demirel’in karşı çıktığı yargısız infazı gerçekleştirmişti. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Feridun Çelik, Ecevit’in demecinin kendilerini üzdüğünü, görüşme taleplerinin ise sadece sorunları iletmekten ibaret olduğunu belirtmişti. ANAP, FP ve CHP ise başkanlarla görüşerek sorunlarını dinlemişlerdi.

HADEP belediyeleri mümkün olduğu kadar ilişki ağlarını geniş tutmaya çalışıyorlardı. Yurt içinde olduğu gibi yurtdışı temaslarını da geliştirme peşindeydiler. Başkanların yurtdışı temasları oldukça ilgiyle karşılanıyordu. Ancak HADEP’li başkanlara randevu vermeyen Başbakan, belediye başkanlarının yurtdışı temaslarından da rahatsızlık duyuyordu. Belediye başkanları diplomatik ilişkiler sırasında maddi ve manevi destek alıyorlardı. Bu diplomatik temaslar ne yazık ki, iktidar tarafından bir siyasi malzeme haline getirilerek, toplumda bir önyargıya dönüştürmüştü. Başbakan, bu tür ilişkileri teşvik edeceği yerde HADEP’li belediye başkanlarının dışarıda Türkiye’yi karaladığı ve farklı emeller taşıdığı iddiasını ileri sürmüştü. Oysa belediye başkanları demeçte ve dış faaliyetlerinde Türkiye’nin gelişmesi ve özellikle de Avrupa Birliği’ne alınması noktasında diplomatik çaba yürütmüşlerdi.

HADEP’in bölgede belediyeleri kazanması, yürütülen olağanüstü hali de tartışma gündemine soktu. Belediye başkanları OHAL’in gereksizliğini ifade ederken, “ekonomik OHAL”in geliştirilmesi gerektiğini savunuyorlardı. Belediye başkanlarının bu yaklaşımları iktidarla kutuplaşmaya yol açtı; yine “darbe” ile HADEP’li belediyelerin düşürülmesi söylentisi yayıldı. Kısacası bir dönem DEP’li parlamenterlere yapılanlar belediye başkanlarına da yapılmaya çalışıldı. Darbe girişimi abartı gelse de kısa bir süre sonra 3 HADEP’li belediye başkanına gözaltı operasyonu yapıldı. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Feridun Çelik 19 Şubat 2000 günü otomobiliyle belediye binasına gelirken askerler tarafından durdurularak gözaltına alındı. Yanında bulunan Av. Selim Kurbanoğlu ve Sezgin Tanrıkulu önce gözaltına alındı; bir süre sonra da bırakıldılar. Feridun Çelik ise Terörle Mücadele Şubesine götürüldü. Aynı gün içinde Siirt Belediye Başkanı M. Selim Özalp de Siirt’te gözaltına alındı ve Diyarbakır’a getirildi. Bingöl Belediye Başkanı Feyzullah Karaaslan ise İstanbul’dan uçakla geldiği Diyarbakır Havaalanında Terörle Mücadele Şubesi ekiplerince gözaltına alındı.

Gözaltı olayında iki ay öncesinde “Avrupa’nın yolu Diyarbakır’dan geçer” diyen Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz gelişmelere seyirci kaldı. Urfa’da incelemelerde bulunan Cumhurbaşkanı Demirel, “Konuya aykırı bir iş yapmamışsa, kimseye bir şey yapmazlar” diyerek aksi durumda da kimseye imtiyaz tanınmayacağını söyleyerek kanun devleti olmayı hatırlatmıştı. CHP gözaltıları siyasi ve yanlış bir karar şeklinde nitelendirirken, FP de belediye başkanlarına yapılanların “şık olmadığını” belirtmişti. Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk gözaltılarda aşırılıkların bulunduğunu ve bunun da kabul edilemez olduğunu belirtmişti. Gözaltılara sert tepki ise HADEP’li belediye başkanlarından geldi. 33 HADEP’li belediye başkanı Diyarbakır’da toplanarak gelişmeleri “Türkiye demokrasisine ve yerel yönetimlere yapılan doğrudan bir saldırı” şeklinde yorumlayarak başkanların serbest bırakılmasını talep etmişlerdi. HADEP Genel Başkanı Ahmet Turan Demir de tutuklamalara tepki göstererek, Ecevit’in açıklamalarını eleştirmiş ve sert bir dille kınamıştı.

Belediye başkanlarının gözaltına alınması söylenildiği gibi “adli bir operasyon” değildi, bir gözdağı verme ve sindirme operasyonuydu. Belediye başkanlarının gözaltına alınmasına basın da büyük tepki gösterdi. “Sanki gizli bir el, bir anda gereken bütün düğmelere bastı ve eş zamanlı olarak birçok yerde HADEP’e karşı operasyonlar başladı, bu parti ve taraftarları adeta kuşatma altına alındı.”(İsmet Berkan, Radikal, 25 Şubat 2000) diyen gazeteci İsmet Berkan önemli bir gerçeğe parmak basmıştı. Gazeteci Ömer Tarkan ise bu gerçekliği şöyle kayda geçecektir:

“Devletin mekanizması kendi egemenliğini ispat etme konusunda ‘kısır bir siyaset’le hareket ediyordu. AB süreciyle beraber, devlet yeni koşullara direnerek, egemenliğini geleneksel ispat yoluna gidiyordu. Halkın oyuyla seçilen belediye başkanlarına randevu vermemek veya güç gösterisiyle başkanların yolunu keserek makam arabasından gözaltına alınması ne olabilir ki. Olaya dar bir mantıkla bakan devletin bu tavrı ilk defa değildir. 2 Mart darbesi bunun öncülüdür.”(  Ömer Tarkan, Yeni Şafak, 24 Şubat 2000.)

Konumları ve açık adresleri belli olan belediye başkanlarına yapılanların hiçbir hukuki yanı yoktu. Daha çok bir yerlere mesaj verme ve halkın gözünde küçük düşürme amaçlı olan bu yönelim, yurt içi ve yurt dışında tepkiye neden oldu. Her ilde gözaltılar protesto edildi ve halk sokaklara dökülerek belediye başkanlarına sahip çıktı. Yüzlerce insan tepki eylemlerinden dolayı polisin saldırısına uğradı, çok sayıda kişi yaralandı veya gözaltına alındı. Belediye başkanları ise Şubat’ın 23’ünde tutuklanarak Diyarbakır Kapalı Cezaevi’ne konuldu.

Bir darbe de İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’dan geldi. Şubat 25’te Tantan PKK’ye yardım ettikleri iddiasıyla tutuklanan Diyarbakır, Bingöl ve Siirt Belediye Başkanlarını açığa aldı; HADEP davasından hüküm giyen Ağrı Belediye Başkanı Hüseyin Yılmaz’ı görevden aldı. Daha sonra Hüseyin Yılmaz avukatları aracılığıyla Erzurum İdare Mahkemesi’ne iptal davası açarak yürütmeyi durdurma talebinde bulunurken, diğer üç belediye başkanının 10 gün sonra serbest bırakılması ile birlikte görevleri iade edildi. Bu durumu ise gazeteci Haluk Şahin’in köşesinden okuyoruz:

“Bu olay dönemin gerçeklerine uygun politika üretemeyenlerin, Türkiye’ye ne kadar ağır faturalar ödetebileceklerinin açık bir örneğidir. Çağımız imaj çağı ise son hafta içinde yaşanan fiyasko, Türkiye’ye çok pahalıya mal olmuştur.”(Haluk Şahin, Radikal, 1 Mart 2000)

Gözaltına alınışlarını Amerikanvari diye niteleyen Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Feridun Çelik, gözlerinin bağlı sorgulandığını belirtiyordu. Kendilerine yapılan operasyonu dengeleri ‘ölçme’, tepkileri ‘tartma’ şeklinde yorumlayan Çelik şunları kaydedecektir:

“Alındığımız süreçte yoğun bir yurt dışı diplomasisi içindeydik. Sık sık yurt dışına giderek projelerimiz konusunda çalışmalar yürüttük. Büyükelçi düzeyinde onlarca ziyaret oldu. Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı’nın ziyareti gündemdeydi. Aynı politik arenada üst düzey bir duruş söz konusu idi. Bu pek çok yeri rahatsız etti. En son İsveç Dışişleri Bakanı ile Ankara’da yaptığımız görüşme sonrası bu olay başımıza geldi.”(Bilim ve Siyaset, s.120)

Çelik’e göre gözaltına alınmalarının üç belirgin nedeni vardı; “yurtdışı temasları”, “OHAL’in uzatılmasına gerekçe yaratmak” ve “HADEP’li belediyelerin tasfiyesi için nabız yoklaması”. Bir süre sonra da OHAL uzatıldı.

Devamı: YAZI DİZİSİ-6: Kürtlerin Seçim Serüveni ve Devletle İmtihanı (1990-2018)