Öncesi: YAZI DİZİSİ-1: Kürtlerin Seçim Serüveni ve Devletle İmtihanı (1990-2018)

***

Eyyüp Demir / Demokrat Haber

KÜRTÇE YEMİNLE GELEN MECLİS KRİZİ

Aralarında Fehmi Işıklar, Mahmut Alınak’ın da bulunduğu bir grup HEP kökenli milletvekili yemin töreninden bir gün önce SHP Genel Başkanı Erdal İnönü ile görüşerek “Acil Talepler” adı altında hazırladıkları 20 maddelik “demokratikleşme paketini” İnönü’ye takdim etmişlerdi.

Bu taleplerde Kürt ulusal kimliğinin anayasa ve yasalar düzeyinde kabul edilmesi; Kürt ulusal varlığının kabulü temelinde Türkiye’nin taraf olduğu bütün uluslararası anlaşmalara konmuş bulunan çekincelerin geri alınması; Kürt dili ve kültürünün yazılı ve sözlü olarak özgürce kullanılabilmesi, anadilde eğitim ve yayın hakkının sağlanması; Kürt ulusal sorununun özgürce tartışılması için demokratik ortamın yaratılması; OHAL’in kaldırılması, Özel TİM’in bölgeden çekilmesi; kontrgerilla örgütünün açığa çıkarılması ve dağıtılması; köy koruculuğu sisteminin lağvedilmesi; Anti-Terör Yasası’nın yürürlükten kaldırılması; koşulsuz bir genel affın çıkartılması; cezaevlerinin insan hak ve onuruna yakışır bir hale getirilmesi; gözaltı süresinin 24 saate indirilmesi ve gözaltındaki kişilerin avukat gözetiminde sorgulanması; adil bir seçim yasasının düzenlenmesi; boşaltılan, yakılan köylerin yeniden inşası ve sahiplerinin uğradıkları zararın tazmini; yok edilen yerleşik üretim ilişkilerinin yeniden canlandırılması; tüm çalışanlara grevli-toplu sözleşmeli sendikal hakların tanınması; genel grev, hak grevi ve dayanışma grevinin yasallaştırılması ve lokavtın kaldırılması ve Anayasa’nın demokratikleştirilmesi ve Milli Güvenlik Kurulu’nun kaldırılması vardı. Ayrıca Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması olmak üzere çeşitli istekler Demokratikleşme Talepleri arasındaydı.(Bkz. Acil Talepler, HEP Arşivi. Ayrıca Bkz. Yasal Kürtler, HEP’ten HDP’ye Kürt Siyaseti, Eyyüp Demir)

Verilen dosyada yer alan söz konusu istekler, Erdal İnönü tarafından makul karşılanmıştı. İtiraz ettiği nokta ise “Kürt ulusu” kısmıydı. “Ulus” sözcüğünün sorun doğuracağı endişesini taşıyan İnönü, “ulus” yerine “halk” sözcüğünün kullanılmasını önermişti; ama bunun dışında dile getirilenlerin partisinin de yapmak istedikleri şeyler olduğunu belirtmişti.

HEP kökenli milletvekillerinin talepleri sadece bunlarla sınırlı değildi. Kürt dili ve kültürünün her platformda serbest bırakılması ve söylem düzeyinden çıkarılması, ayrıca Kürtlere dönük inkarcı politikalardan vazgeçilmesini istiyorlardı. HEP’liler yemin töreninden bir gün önce Mecliste düzenledikleri basın toplantısında bunları dile getirerek, okunacak yemin metnine de itiraz etmişlerdi. Diyarbakır Milletvekili Fehmi Işıklar, yemin metninin içeriğinin demokrasiye, insan haklarına, barışa, Türk ve Kürt halklarının kardeşliğine aykırı olduğunu belirtirken, “Bu yemin metninde Kürt halkının inkarı vardır.” (Cumhuriyet 6 Kasım 1991) diyerek, metni kabul edilemez olarak nitelemişti.

Meclis çatısı altında milletvekillerinin yaptığı bu açıklama öncelikle SHP’de şok etkisi yarattı. Genel Başkan Erdal İnönü bu durum karşısında şaşkınlığını gizleyemezken, HEP kökenli milletvekilleri de bununla tabanlarına bir mesaj iletmiş, yemin törenini de bu ileti için uygun bir platform olarak görmüşlerdi.

Yemin töreni, 6 Kasım 1991 günü yapıldı. Meclis’in en yaşlı üyesi olarak Meclis Başkanlığı görevini Elazığ Bağımsız Milletvekili Ali Rıza Septioğlu yürüttü. Milletvekilleri takip edilen sıraya göre tek tek kürsüye çağırıldılar. Normal akışında ilerleyen törende Diyarbakır HEP kökenli milletvekili Hatip Dicle ve Leyla Zana’nın kürsüye gelmesiyle akışın rengi değişti.

Septioğlu, Hatip Dicle’yi kürsüye davet etti. Anayasa’daki yemin hükmünü yerine getirmek üzere kürsüdeki yerini alan Hatip Dicle, “Ben ve arkadaşlarım bu yemini Anayasa’nın baskısı altında okuyoruz” diyerek yemin metnini okudu. Dicle’nin bu açıklaması da meclisteki diğer milletvekillerinin tepkisine neden oldu. Dicle, kürsüden indirilmeye çalışıldı. Yemin geçersiz sayılarak bir kez daha okunması istenince, Hatip Dicle bu kez de “Anayasa’nın 81. maddesine göre …” diyerek metni okumaya başlamıştı. Milletvekillerinin bir kez daha gösterdikleri hararetli tepkileri karşısında Meclis Başkanı 15 dakika oturuma ara vermek zorunda kaldı.

Hatip Dicle’den sonra Diyarbakır Milletvekili Leyla Zana kürsüye çıktı. Başındaki sarı-kırmızı-yeşil renkli saç bantlı Zana, yemini okuduktan sonra “Min ev sond ji bo biratîya gelên Tirk û Kurd xwend” (Bu yemini Türk ve Kürt halklarının kardeşliği için okudum) diyerek konuşmasını tamamlamıştı.

Türkiye parlamentosunda çok sayıda Kürt Meclise girmiş ve birçoğu da parlamento çatısı altında Kürtçe konuşmuşlardı. Ancak ilk kez parlamento kürsüsünde milyonların gözü önünde bir Kürt milletvekili ana diliyle barış ve kardeşlik mesajı iletmişti.

Leyla Zana’nın birkaç Kürtçe sözcükten oluşan açıklamasına Meclisteki milletvekillerinin çoğu tahammül etmemiş ve koro halinde tepki göstermişlerdi. Milletvekillerinin itirazı üzerine de Meclis Başkanı yeminin bir kez daha yapılmasını istemişti. İkinci kez kürsüye gelen Zana, yemini aynı şekilde tekrar etti.

Tepkiler sadece yeminin okunuş şekliyle sınırlı kalmadı, HEP kökenli milletvekillerinin ceketlerinin yakasına taktırdıkları sarı-kırmızı-yeşil renkli mendiller de Meclisteki muhafazakar milletvekillerinin sataşmasına yol açtı.

HEP’li milletvekillerinin Meclisteki tavrı bireysel değildi, ortak bir karar idi. Hatip Dicle verdiği bir demeçte bunun bir parti tavrı olduğunu ifade etmişti. Dicle, daha önce yaptıkları bir toplantıda kendisinin yaptığı Türkçe açıklamayı Fehmi Işıklar’ın ve Leyla Zana’nın yaptığı Kürtçe açıklamayı da Diyarbakır Milletvekili Abdulkerim Zilan’ın yapacağı şeklinde planlandığını belirtmişti. Yeminin yapıldığı gün Abudlkerim Zilan’ın Meclis’e gelmediğini ve Fehmi Işıklar’ın da üstlendiği görevi yerine getirmediği, bunun üzerine de kendilerinin bu eylemi gerçekleştirdiklerini belirtiyordu. (Bkz. Özgür Gündem, 25 Aralık 1993)

PKK lideri Abdullah Öcalan ise, İmralı yargılamaları sırasında 1991 genel seçimleri sonunda HEP milletvekillerinin Meclis’te Kürt kimliğini öne çıkarmaları konusunda kendisinin bir isteğinin bulunduğunu, ancak yemin töreninde yapılacak konuşma konusunda herhangi bir talimatının bulunmadığını, milletvekillerinin bu konuşma metinlerini tamamıyla kendilerinin belirlediğini bildirecektir.

HEP’lilerin yemini muhafazakar milletvekillerini hareketlendirdiği kadar SHP’yi de alevlendirdi. SHP Genel Başkanı Erdal İnönü, aynı gün düzenlediği basın toplantısında Hatip Dicle ve Leyla Zana’nın SHP’den istifa etmelerini istedi. Zana ve Dicle ise, İnönü’nün bu açıklamasına karşı istifa etmeyeceklerini, şayet yapmak istiyorlarsa kendilerinin disiplin kuruluna verilerek ihraç edilmelerini istediklerini açıklamışlardı. Ama daha önce ihraç olayları SHP’de ciddi sorunlara yol açtığı için de bu konuda SHP alabildiğince temkinli davranıyordu.

Cumhurbaşkanı Özal, Zana ve Dicle’nin açıklamalarını kastederek, konuşmaların bölgenin yararına değil, “terör örgütü”nün işine yaradığını iddia etmişti.

HEP kökenli SHP’li milletvekillerine yönelik anti-propagandaların dozu her geçen gün arttı. Hiç zaman kaybetmeyen DGM de derhal harekete geçti. Ankara DGM Savcılığı Dicle ve Zana hakkında “bölücülükten” idam cezasıyla yargılanmalarını isteyerek Meclisten dokunulmazlıkların kaldırılması talebinde bulunmuştu.

DYP-SHP-HEP KOALİSYONU

Seçimler sonrası ortaya çıkan tablo, ANAP’ın sekiz yıllık tek parti iktidarını sona erdirirken, koalisyon hükümeti dönemini de yeniden başlatmıştı. Merak edilen konu ise, koalisyonun hangi partiler arasında kurulacağıydı. Seçimlerde en çok oyu alan DYP, kendisine bir partner seçmek için ANAP, SHP ve RP arasında bir tercih yapmak zorundaydı; tercih ise SHP oldu.

SHP, seçim öncesinde HEP ile ittifak kurarak parlamentoya girmişti. SHP’nin iktidar ortağı olması demek, HEP’in de dolaylı olarak bu ortaklığa dahil edilmesi anlamına geliyordu. Yemin töreni öncesinde bir deklarasyon yayınlayarak SHP’de kalma koşullarını açıklayan HEP kökenli SHP milletvekilleri, aslında kurulacak bir hükümette yer almanın mesajını da böylece iletmişlerdi.

Milletvekillerinden Hatip Dicle ve Leyla Zana’nın yemin töreni sırasında takındıkları tavır çeşitli tartışmalara neden olurken, Zana’nın bu olaydan birkaç gün sonra “PKK Kürt varlığını kabul ettirmeye çalışıyor” sözleri SHP’de rahatsızlığın dozunu daha da arttırdı. SHP Genel Başkanı Erdal İnönü ise Kürt sorunu konusunda daha önce yaşadığı problemleri bir kez daha yaşamak istemiyordu. Bu nedenle de ihraç yoluyla değil, her iki milletvekilinin partiden istifa etmelerini arzuluyordu.

Cumhurbaşkanı, yemin töreninin ertesi günü yeni hükümeti kurma görevini DYP’nin Genel Başkanı Süleyman Demirel’e verdi. Demirel SHP Genel Başkanı Erdal İnönü ile yaptığı görüşmelerde, koalisyon hükümetinin kurulması yönünde uzlaşma sağlandı. Böylece DYP ve SHP arasında “Koalisyon Protokolü” imzalandı. Koalisyon hükümeti, mecliste yapılan oylamada 164’e karşı 280 oyla güvenoyu aldı (30 Kasım 1991).

Koalisyon hükümetinin önünde başta Kürt sorunu olmak üzere çözüm bekleyen birçok konu vardı. HEP kökenli milletvekilleri de hükümetin Kürt sorununu çözmede etkili olacağı inancını taşıyordu. Bu iyi niyet toplum nezdinde de bir şekilde yer edinmiş, ayrıca HEP üzerindeki baskıların düşeceği beklentisi de doğmuştu.

BARIŞ BEKLENTİSİNE KARŞIN ŞİDDETİN HAKİMİYETİ

Ne yazık ki seçimler öncesinde HEP’e yönelik baskılar, koalisyon hükümetinin göreve gelmesiyle birlikte daha da artış gösterdi. HEP Diyarbakır eski İl Başkanı Mustafa Özer’in arabasına bombanın konulması ile fiili olarak başlayan HEP’i sindirme politikası ve tasfiye etme süreci; Batman’da HEP yöneticisi Sıddık Tan ve Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın’ın katledilmesiyle doruğa çıkmıştı.

Aralığın 22’sinde Bingöl’ün Solhan (Boglon) İlçesi yakınlarında öldürülen 5 PKK’liden 2’sinin cenazesini almaya gelen Kulp heyetine cenazelerin verilmemesi üzerine ilçede esnaf kepenk kapatarak tepki gösterdi. Olaydan iki gün sonra Kulp ve Lice’de PKK’lilerin cenazesi sırasında çıkan olaylarda 3’ü asker olmak üzere 12 kişi yaşamını yitirdi. Kulp ve Lice’de çıkan olayları protesto eden Diyarbakır, Mardin ve Siirt’e bağlı çok sayıda ilçede halk sokaklara döküldü ve esnaf kepenklerini aşağı çekti. Bölgede yaşanan gelişmelere koalisyon hükümeti ise tepkisiz kaldı.

Halkın tepkilerini yükselttiği sırada Şırnak’ta karakol basan PKK ile askerler arasında çıkan çatışmada 3 asker öldürüldü. Aynı gün, İstanbul Bakırköy’de OHAL Bölge Valisi Necati Çetinkaya’nın kardeşine ait mağazaya atılan molotof kokteyli sonucu da 11 kişi yaşamını yitirdi (25 Aralık 1991).

Devlet yetkilileri İstanbul’daki olayı bir grup PKK’linin yaptığını iddia ederken, olayın ardındaki giz perdesi bir türlü çözülemedi.

Devletin şiddet politikası, yalnız sivil Kürtlere yönelik değildi; parlamento çatısı altında Kürt milletvekillerine dönük de benzer uygulamalar yürütülüyordu.

HEP kökenli SHP Şırnak Milletvekili Mahmut Alınak, Mecliste “Terör ve İç Güvenlik” görüşmeleri sırasında TBMM kürsüsünde partisi adına yaptığı konuşmada “Geçenlerde iki kardeşim öldü, biri asker, biri PKK’li” deyince, Genel Kurul Salonu’nda büyük bir gürültü kopmuştu. Oturumu yöneten Meclis Başkan Vekili Yıldırım Avcı, Alınak’ın kürsüyü terk etmesini isterken, DYP ve ANAP’lı milletvekilleri de Alınak’ı zor kullanarak kürsüden indirmişlerdi (26 Aralık 1991).

Kürtler, Mecliste de olsa, sokakta da olsa değişen bir şey yoktu. Kürt kendi sorununa sahip çıktığı sürece engellenmesi sanki birilerinin doğal hakkıydı ya da bu hakkı kendilerinde görüyorlardı. HEP ise, buna karşı direnmekte kararlıydı. Hükümet tarafından bir kambur gibi algılansa da, HEP kökenli milletvekilleri bir süre hükümet içinde kalmayı düşünmüşlerdi.

HEP’li milletvekilleri daha önce SHP’ye sundukları ve SHP’de kalma koşullarını içeren deklarasyonun yaşama geçirileceği umudunu taşıyorlardı. DYP ile SHP arasında yapılan koalisyon protokolündeki demokratikleşmeyle ilgili düzenlemelerin hayata geçirileceği düşüncesi, hükümette kalmalarını sağlamıştı. Yapılan protokolün sonucunu bir süre bekleyip görmek istiyorlardı. Aslında bu, bölgede tırmandırılan şiddetin durdurulmasına yönelik bir bekleyişti. Güvenlik güçlerinin yarattığı büyük tahribatlara karşı hükümet içinde kalarak çözüm üretileceği düşüncesi onları bir süre SHP’de tutmuştu.

DYP-SHP koalisyon hükümeti, aslında şiddeti ortadan kaldırma yönünde ilk başlarda bir çıkış yaptıysa da bunu sonuçlandıramadı. Başbakan Süleyman Demirel ve Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü bölgeye yaptıkları gezide ortamı yumuşatacak mesajlar vermesine karşın, pratik adımlar atamadılar. Bilakis Kürtlerin tanınmasına dönük verilen mesajlar, tersten etki yaptı. Geliştirilen şiddet dalgası, hükümetin ve Cumhurbaşkanının HEP’li milletvekilleri hakkında ileri sürdüğü olumsuz düşünceler, HEP’in doğal kopuşunu getirdi.

SİYASİ TABLONUN SERTLEŞMESİ

“Kan gölünü durduracağız” söylemiyle öne çıkan DYP-SHP hükümeti, koalisyon protokolüyle deklere ettikleri “demokratikleşme” konusunda geri adım atmaya başladılar. Hükümetin ortaya attığı “Kürt realitesi” bir süre sonra yerini şiddet ve savaş realitesine terk etti.

SHP destekli hükümet, başlangıçta demokratik açılım ve Kürt sorununu çözmeyi vaat etmişti. HEP’li milletvekillerinin SHP Genel Başkanı Erdal İnönü’ye ilettikleri demokratikleşme talepleri ilk başlarda makul karşılandı. Ancak 12 Eylül kadroları, hükümetin bu açılımı önünde her fırsatta engel teşkil etti. Özal-Demirel çelişkisi, özellikle PKK’ye af tartışmasında daha çok öne çıktı. Yaşanan tartışmalar, 1992’nin ilk Milli Güvenlik Kurulu toplantısında kısmen dindi. Bu toplantıda iç iktidar çekişmesi neredeyse son buldu ya da hasıraltı edildi. Devletle mutabakat sağlandı. Demokratikleşme konusunda havari kesilen Demirel ve demokratik çözüm yanlısı politikacılar, MGK toplantısı sonrasında “sertlik yanlıları”na adeta teslim oldular. Bu durum savaş ve sertlik yanlılarını hareketlendirerek askeri yöntemleri öne çekti.

Hükümetin ilk başlardaki görece yumuşama çabası PKK başta olmak üzere Kürtler arasında da olumlu karşılanmıştı. Yine, HEP kökenli milletvekillerinin ısrarla SHP’de kalmasının altında yatan asıl neden, olumlu bir adımın atılacağı düşüncesiydi. Şayet hükümet sertlik yanlılarıyla uzlaşmayıp bu adımları atabilseydi, sorunun çözümünde elle tutulur bir ilerleme kaydedilebilirdi. MGK toplantısından sonra DYP-SHP hükümeti bu çabadan vazgeçmiş, sertlik yanlılarına biat etmişlerdi. Hükümetin demokratikleşmeden uzaklaşması ile birlikte askeri operasyonlarda ciddi bir artış gözlendi. Bunun en somut yansıması ise 1992 Newroz’unda ortaya çıktı.

HEP’in ve HEP kökenli milletvekillerinin temel gayesi demokratikleşme önünde açımlayıcı olmaktı. Mümkün olduğu kadar hükümetin demokratikleşme çabalarına engel olunacak davranışlardan kaçınmak ve katkı sunmaktı. Ki, Hatip Dicle ve Leyla Zana’nın istifalarının altında da, bu düşünce yatmaktaydı. Fakat MGK toplantısı sonrasında sertleşme politikaları öne çıkınca, HEP de yeni bir strateji izleyerek; o güne kadar yürüttüğü “gölge siyaseti”nden vazgeçti.

HEP Genel Başkanı Feridun Yazar, Genel Sekreter Ahmet Karataş ve HEP kökenli milletvekilleri Diyarbakır’da yaptıkları toplantıda “aktif politika” yapma kararı almışlardı. Bu toplantıda hükümetin demokratikleşme ve Kürt sorunu konusunda çözüm gücü olamayacağı ortak bir görüş olarak çıkmıştı. Ancak, HEP’liler alacakları kararı aceleye getirmek de istemiyorlardı. Mart ayında 10 ilde olağanüstü halin uzatılması mecliste görüşülecekti. Bu nedenle de hükümetin bu konudaki tavrını gözledikten sonra izlenecek bir siyasi çizginin daha gerçekçi olacağını düşünüyorlardı. Yani bekleyip görmek istiyorlardı. Şayet OHAL konusunda bir iyileşme gözlenmediği taktirde de SHP’den ayrılarak yuvaya döneceklerdi.

Daha önce HEP’li milletvekilleriyle görüşen SHP Genel Sekreteri demokratikleşme konusunda adım atılacağını, Dicle ve Zana’nın bunun önünde engel teşkil ettiğini aktarmıştı. HEP kökenli milletvekilleri bu konuda Cevdet Selvi’yle görüşme kararı aldılar. Selvi’nin bir önceki görüşmesinde HEP kökenli milletvekillerine ifade ettikleri kendisine hatırlatılarak, bu konuda somut gelişmeler yaşanmadığı takdirde sorunun daha da çetrefilli bir yola sapacağı uyarısında bulunmuşlardı.

Seçimlerden sonra, daha çok hükümetin icraatlarını ve demokratikleşme noktasında alacağı tavrı gözlemekle zaman geçiren HEP ve HEP kökenli milletvekilleri, hükümetin bu konuda ketum davrandığını görünce, aktif muhalefeti önüne koydu. Devletin şiddet yanlısı politikasının hüküm sürdüğü bu ortamda, pasif muhalefetin açıkça yeri yoktu.

Zira bu dönemde, askeri birliklerde belirgin bir hareketlenme gözleniyordu. PKK’ye karşı savaş hazırlığında olan Genelkurmay, bölgenin coğrafi özellikleri ile birlikte, çeşitli konularda araştırma çalışmaları yürütüyordu. Askerlerin “cephe-gerisi” diye tanımladıkları büyük kentlerde, Kürt nüfusunun yoğunlukta bulunduğu alanların tespiti çalışmaları; Kürtlerin oturduğu yerleri, gittikleri kahveleri, çalıştığı iş yerlerini bir bir araştırmaya başlamışlardı. (Bkz. Cumhuriyet, 20 Şubat 1992)

Baharla birlikte devletin tüm gücünün, askeri ve siyasi olmak üzere, bölge halkı üzerine çevrilmesi, Kürtleri ciddi anlamda endişelendirmişti. OHAL’in uzatılıp uzatılmaması da bu kaygıları arttırabilir ya da azaltabilirdi. Bu nedenle hem halkın hem de bölge milletvekillerinin gözü OHAL’deydi.

OHAL İLE GELEN HEP VEKİLLERİNİN İSTİFASI

Olağanüstü Hal’in bölgede devam edip etmemesi önem taşıyordu. Uzatılan bir OHAL’in, hükümet içinde de rahatsızlıklara neden olacağı görüşü hakimdi. Olağanüstü Hal’in kaldırılması, HEP kökenli milletvekilleri için de stratejik önemdeydi; çünkü onların meclisteki varlık nedeni birazda bu ve benzeri sorunların çözümüne bağlıydı.

Olağanüstü Hal’in kaldırılması HEP’liler için niçin önemliydi? Bu sorunun yanıtı OHAL kabusunun ortaya çıkışı ve gelişiminde gizlidir. Bu nedenle OHAL’in tarihine kısaca bakmakta yarar var.

Türkiye kuruluşundan bugüne, hep olağanüstü hallerle yönetildi. 80 yılı aşkındır emekçi halk olağan bir yönetimle buluşamadı. Gerek ortaya çıkan Kürt isyanları boyunca, gerekse de 1960, 1971, 1980 darbeleri sırasında OHAL hep yürürlükte kaldı.

PKK’in 15 Ağustos 1984 tarihinde gerçekleştirdiği Eruh ve Şemdinli baskınları öncesinde Kürt illerindeki Olağanüstü Hal (OHAL) sıkıyönetim çerçevesinde ilk olarak 2 Mart 1984’te Bitlis’te devreye sokuldu. Baskın sonrası çatışmaların artmasıyla bu alan daha da genişletildi. 19 Temmuz 1987’de sıkıyönetim sona erince merkezi Diyarbakır’da olmak üzere OHAL Bölge Valiliği kuruldu; Diyarbakır’ın dışında Bingöl, Hakkari, Mardin, Siirt, Elazığ, Tunceli ve Van’da OHAL ilan edildi. Bitlis, Adıyaman ve Muş mücavir il olarak belirlendi. Böylece OHAL toplam 11 ilde uygulamaya konuldu. 6 Mayıs 1990’da Şırnak ve Batman’ın güvenlik gerekçesiyle il yapılması, bu sayıyı 13’e çıkardı. Mücavir il kapsamındaki Bitlis 19 Mart 1994 tarihinde OHAL kapsamına dahil edildi.

OHAL Bölge Valiliği’ne ilk olarak Hayri Kozakçıoğlu atandı. Ardından Ünal Erkan, Necati Çetinkaya ve Gökhan Aydıner sırayla Bölge Valisi görevini yürüttüler. OHAL Bölge Valilisi’nin üç yardımcısı vardı ve çok geniş yetkilerle donatılmıştı.

Uygulamaya başlandığı günden beri dört ayda bir görüşülen ve 46 kez uzatılan OHAL her seferinde son denilmesine rağmen sürekli tekrarlandı. 1994 yılı sonuna kadar 13 ilde sürdürüldü. PKK ile askerler arasında yaşanan sıcak çatışmalar OHAL’de baskı ortamını daha da şiddetlendirdi ve yoğun insan hakları ihlallerine yol açtı. Devlet yetkilileri her fırsatta halk üzerinde terör estirdi.

Gerek PKK’nin 17 Mart 1993 yılında başlattığı tek taraflı ateşkes, gerekse de dış kamuoyunun Türkiye üzerinde oluşturduğu baskı OHAL’in bazı illerde kaldırılmasını sağladı. “Geri adım” atan siyasi iktidar ilk olarak Elazığ’ı OHAL kapsamından, Adıyaman’ı da mücavir il olmaktan çıkardı. PKK’nin ikinci kez tek taraflı ateşkes ilanı yeniden bir yumuşama havası getirdi. 30 Kasım 1996 günü Mardin OHAL kapsamından çıkarılarak mücavir il statüsüne alındı. İkinci tek taraflı ateşkesin akabinde 2 Ekim 1997 tarihli kararla 6 Ekim’den itibaren Batman, Bingöl ve Bitlis uygulamadan çıkarılarak mücavir il kapsamına dahil edildi. 30 Kasım 1999'da Siirt, 30 Temmuz 2000'de Van, 30 Temmuz 2002’de Hakkari ve Dersim’de OHAL uygulamasına son verildi. 30 Kasım 2002’de OHAL Şırnak ve Diyarbakır’dan da kaldırılarak sona erdirildi. Sıkıyönetimle birlikte 24 yıl süren “Olağan Üstü Hal” uygulaması Türkiye’de yaşanan en uzun süreli “geçici rejim” idi. Türkiye 13 yıl aradan sonra 2015’te tekrar geri giderek OHAL’i geri getirdi.

1990 yılında başlatılan köy boşaltmalar sonucu resmi rakamlara göre 380 bin, sivil toplum örgütlerine göre 3 milyona aşkın kişi yerinden yurdundan edildi. 3 binin üzerinde köy boşaltıldı ya da yakıldı. (Radikal Gazetesi, Ahmet Şık, ‘OHAL’den ‘Bu Hale’e Neler Değişti-Yazı Dizisi, 25 Kasım 2002) Burada yerinden edilenlerden bazıları il ve ilçe merkezlerine bazıları da baskı nedeniyle daha uzak illere zorla göç ettirildiler.

PKK’nin Eruh ve Şemdinli baskınının öncesi ve sonrasında yürürlüğe konulan OHAL’de 30 binin üzerinde halktan kişi, 5 bin’i aşkın asker, korucu ve polis yaşamını yitirdi. Yargısız infaz, binlerce “faili meçhul” cinayet işlendi. Bunun Türkiye’ye ekonomik faturası 100 milyar doların üzerine çıktı. Acı ve gözyaşı, toplumsal bunalım, ekonomik sorun…

Bugünün gözüyle özetlemeye çalıştığımız Olağanüstü Hal gerçeği böyle trajik sonu doğurmuştu. Bunu önceden kestiren HEP’liler bu yüzden de bu olağanüstü durumun kaldırılmasını stratejik bir durum olarak görmüş ve yürürlükten kaldırılmasını istemişlerdi.

Başta HEP kökenli milletvekilleri olmak üzere, 26 Kürt kökenli milletvekili Genelkurmay Başkanlığı’nın sık sık sözünü ettiği “bahar operasyonu” ve “OHAL’in uzatılması” noktalarında Başbakan Süleyman Demirel ile görüştüler (26 Şubat 1992).

Görüşmede Demirel’e operasyonla ilgili taşıdıkları endişeleri ve olağanüstü halin uzatılması durumunda toplumda oluşacak kaygıyı ilettiler. Ayrıca bir ateşkesin sağlanması için, Başbakan Demirel’in çalışma başlatmasını da talep etmişlerdi.

Öte yandan Olağanüstü Hal’in uzatılmasını hükümete dayatan askerler, hükümeti çaresiz kılarken, DYP ve SHP de kendi içinde ciddi tartışmalara sahne oldu. Muhalif görüşler DYP-SHP koalisyonunu neredeyse bölünmenin eşiğine getirmişti.

Bu konuda SHP dört parça görünümündeydi. Erdal İnönü’ye yakın SHP milletvekilleri “kerhen” de olsa OHAL’in uzatılması yönünde oy kullanacaklardı. SHP’deki “Yeni Sol” denilen milletvekillerinin bir bölümü ile HEP kökenli milletvekilleri oylama sırasında uygulamaya karşı oy kullanacaklarını, ayrıca “Yeni Sol” içinde bir grup milletvekili de Genel Kurul’a katılmayarak çekimser kalacaklarını belirtmişlerdi.

Yeni Sol’a destek veren SHP Denizli Milletvekili Adnan Keskin, Kırşehir Milletvekili Coşkun Gökalp ve İstanbul Milletvekili Algan Hacaloğlu oylamaya katılarak ret oyu kullanacaklarını, yine Ankara Milletvekili Uluç Gürkan da red oyu vereceğini açıklamıştı.

HEP kökenli milletvekilleri ise bu konuda son derece kararlıydılar. OHAL’in sürdürülmesi noktasında “hayır” diyeceklerini belirtmişlerdi. Batman Milletvekili Nizamettin Toğuç, kendisine insanım, demokratım diyen hiçbir milletvekilinin Olağanüstü Hal’in devamına evet diyemeyeceğini savunmuştu.

Başbakan Demirel ise, bu konuda bakanları ikna etme gayreti içine girdi. “Yeni Model” olmadığı için OHAL’i son kez uzatma amacında olduğunu ileri süren Demirel, Bakanlar Kurulu toplantısında da bu noktada onları ikna etmişti. Demirel’in bu telkin içerici sözleri bakanları ikna etmiş olmalı ki, karar meclise sevk edildi (27 Şubat 1992).

Karar, kanlı Newroz’dan 4 gün önce Meclis Genel Kurulu’nda oylamaya sunuldu. Başbakan Demirel, son kez uzatılacağı yönünde HEP’li milletvekillerini de ikna etme çerçevesinde yumuşak bir konuşma yapmış, yeni bir model bulunacağını ve olağanüstü halin uzatılmasının “son bir tedbir” olacağını söyleyerek, milletvekillerinden oy istemişti. Yapılan oylamada katılımcı 379 milletvekilinin 316’sı “evet” oyu kullanırken “hayır” diyenlerin sayısı 62 de kalmış ve bir de çekimser oy çıkmıştı (17 Mart 1992).

Olağanüstü Hal’in meclisten ezici çoğunlukla geçmesi, en çok şiddet yanlılarının işine geldi. Temel hak ve hürriyetleri kısıtlayan bu uygulama, askeri tedbirleri yeniden öne çekti. Karar, iki halkın kardeşçe yaşamasını tehlikeye soktuğu gibi, hükümetin demokratikleşme noktasında atacağı adımları engelledi. Bu, Kürt halkının hükümete az da olsa duyduğu güvenin yitirilmesine neden oldu.

Sorun elbette sadece bir güvenlik meselesi değildi, farklı dil ve kültürde olan bir halkın kabul edilip edilmemesi meselesiydi. DYP-SHP koalisyon hükümetinin bu kararı HEP’li milletvekillerini ayrılmanın eşiğine getirmişti.

Newroz kutlamalarının kanla bastırılması, bardağı taşıran son damlaydı. HEP kökenli milletvekillerinin toplu olarak istifa etmeleri gündemleşti. Yalnız bazı milletvekillerinin SHP’de kalmanın, politika yapmak açısından daha yararlı olacağı kanısı toplu istifaları biraz daha geciktirmişti.

DYP-SHP Koalisyon Hükümeti tam bir bitişi yaşıyordu. Hükümetin HEP hakkında kamuoyunda yarattığı olumsuz imaj, HEP kökenli milletvekilleri hakkında ifade ettiği ileri geri konuşmalar, milletvekillerinin kürsüden indirilmesi ve konuşturulmaması, Cumhurbaşkanı Özal’ın teşhirci politikası, Hatip Dicle ve Leyla Zana’nın ihraç edilmek istenmesi ve ardından açıklanan istifaları, OHAL’in yeniden uzatılması, kanlı Newroz olayları, hükümetin demokratikleşme protokolünün de sonunu getirmişti.

Bu yüzden hükümet içinde ve SHP’de kalmanın çekici hiçbir yanı kalmamıştı. HEP kökenli 14 milletvekili; Ahmet Türk, Sırrı Sakık, Remzi Kartal, Orhan Doğan, Mahmut Kılınç, Zübeyir Aydar, Nizamettin Toğuç, Muzaffer Demir, Selim Sadak, Mehmet Sincar, Sedat Yurtdaş, Mehmet Emin Sever, Naif Güneş ve Ali Yiğit yaptıkları basın açıklamasıyla SHP’den istifa ettiklerini deklere ettiler (31 Mart 1992).

Milletvekilleri, yaptıkları açıklamada SHP’nin protokol süresince beklentilerine yanıt olmadığını söyleyerek, hükümetin Kürt halkına yönelik şiddet politikasını ise şu ifadelerle eleştirmişlerdi:

“Türklerle bir arada dost ve kardeşçe yaşayan, birlikte kan döküp ülkeyi kuran Kürt halkının yaşamı pahasına istediği demokratik özlem ve talepleri, görmezlikten ve duymazlıktan gelinmiştir. Daha da acısı, bu masum talepler şiddetle bastırılmaya çalışılmıştır. Newroz’da akan kan, dökülen gözyaşı hala kurumamıştır.”(  DEP Depremi, s.189)

Kürtlere dönük şiddet politikasının ikinci mimarı Başbakan Yardımcısı ve SHP Genel Başkanı Erdal İnönü, HEP’lilerin istifasını memnuniyetle karşılayarak şöyle diyordu: “Hayırlı olsun, kendi kararları. SHP olduğu gibi duruyor. Bazı arkadaşlarımız partimize gelmişlerdi, şimdi ayrıldılar” derken, istifaların partilerini ve hükümeti etkilemeyeceğini söylüyordu. Bu istifalar karşısında Başbakan Demirel ise, “14 milletvekilinin istifası bizi ilgilendirmez. Hükümet zaten rahatsız değildi ki rahatlasın. Koalisyon Hükümetinin arkasında yeterli derecede güvenoyu var.” (Cumhuriyet-Hürriyet-Milliyet 1 Nisan 1992. Ayrıca bkz. DEP Depremi, s.189-190) diyerek istifaları önemsizmiş gibi göstermeye çalışmıştı.

HEP listelerinden 22 milletvekilinin parlamentoya gittiği ifade ediliyordu. Yalnız istifacı milletvekilleri, Dicle ve Zana’da dahil olmak üzere, 16 idi. İstifa etmeyenler ise, bir dönem HEP’in başında bulunan ve SHP ile ittifakın mimarı Fehmi Işıklar ile birlikte Batman Milletvekili Abdulkerim Zilan, Adnan Ekmen, Diyarbakır Milletvekili Salih Sümer, Mahmut Uyanık ve Şırnak Milletvekili Mahmut Alınak’tı.

SHP’de kalan HEP kökenli milletvekilleri HEP yönetimi ve tabanınca eleştirildi. Milletvekilleri birçok ilde protesto edildi. Bu olaydan Fehmi Işıklar birinci derecede sorumlu tutuldu. İstifacı milletvekillerinden Mahmut Kılınç, Fehmi Işıklar hakkında değerlendirmesinde, “Fehmi Bey gelmemekle birkaç arkadaşı daha engellemiştir: İttifak yapan partinin Genel Başkanıdır. Herkesten önce ayrılması gereken Fehmi’ydi. Ayrılıp 21 kişiyi ardından sürükleyip, bu işi götürmesi gereken odur” diyerek “Bu onun tarihi bir göreviydi. Kürt tarihinde Kürtlere zarar veren çok sayıda Kürt vardır. Fehmi de onlardan birisidir” (DEP Depremi, s.191)” diyordu. Yalnız Uyanık ve Alınak daha sonra istifa ederek istifacı milletvekillerine katıldılar. Böylece istifa eden milletvekillerinin sayısı 18’e çıktı.

1991 yılında HEP'in kapanması ihtimaline karşı Demokrasi Partisi kurulmuştu. 1993 yılında HEP'in kapanması üzerine HEP'li milletvekilleri DEP'e geçtiler.

1992 kanlı Newroz’u ve daha sonra HEP’in kapatılmasıyla milletvekillerinin DEP’e geçmesi çok şiddetli baskı ortamını da beraberinde getirdi. DEP yöneticileri ve milletvekilleri yoğun bir baskıyla karşı karşıya kaldılar. Baskının ötesine de geçerek DEP milletvekili Mehmet Sincar Batman’da alenen katledildi. DEP Genel Başkanı Yaşar Kaya tutuklandı.

DEVLETİN KISKACINDAKİ HAREKET

1993-95 yılları arası siyasi cinayetlerin en çok işlendiği dönemdir. ‘Karanlık’ güçler kitlede panik yaratmak, korku amaçlı terör hareketlerine girişmek, daha da ileri giderek kitlenin direncini kırmak için sokak ortasında yargısız infaz gerçekleştirmekteydiler. Bu yönüyle de Türkiye bir bakıma ‘Frankenstein’leri aratmamıştı. Yargısız infaz için adeta bir canavar yaratılmıştı. Bu canavar; ‘ülkücü’, ‘mafya’, ‘Hizb-i Kontra’, ‘Özel Harp Dairesi’, ‘JİTEM’ gibi karanlık güçlerdi. Bunlar, kimi kez hedef seçilen devrimci ve Kürt yurtsever kesimleri yok etmek üzere programlanmış, bazen de kendi yaratıcısına yönelmişti.

‘Devletin yasadışı silahlı güçleri’ diye tabir edilen bu yapıların varlık nedeni devletin yasal anlamda başa çıkamadığı güçleri yasa dışı yollarla imha etmekti. Kürt muhalefetinin yükseldiği sıralarda bu güçler pervasız bir şekilde devreye sokuldu. Demokrasi Partisi (DEP) yönetici, üye ve sempatizanları gizli derin devletin bu güçleri tarafından doğrudan imha edildi. Kürt yurtsever halk sindirilmeye çalışıldı. Faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar, gözaltında kayıplar, köy-mezra yakma, boşaltma ve milyonlarca insanı zorla göç ettirme, bazen açıktan açığa bazen de devletin içindeki gizli kanatça gerçekleştirildi.

Devlet içindeki devlet, tüm siyasi kurumları kendi etkisi altına almıştı. Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, Başbakan, siyasi parti liderleri devletin yasadışı silahlı kanadının salıverdikleri korkunun etkisindeydiler. Siyasi güç olmalarına rağmen olup bitenlere seyirci kalmanın ötesine geçemiyorlardı. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in “Ben Lice’ye gitmek istiyorum ama onlar beni Kars’a götürüyorlar” (Bkz. Mahmut Alınak, HEP, DEP ve Devlet. S.88) sözleri, olayın vahametini göstermesi açısından ilginç bir örnektir. Çiller’in ‘onlar’ dediği kimdi? İşte bu korkuyu hem toplum hem de siyasiler üzerinde yaratanlar, derin devletin ta kendisiydi.

DYP-SHP koalisyonu tekrar kurulunca bu kez Tansu Çiller Türkiye’de ilk kadın başbakan olarak koltuğa oturdu. Halka karşı ‘ana şefkati’ ve ‘kadın şefkati’ retoriğini kullandı. Çiller’in bu demagojik söylemi çok geçmeden su yüzüne çıktı. Greve giden 400 bin işçiye karşı çıkan Çiller, “Halkın parasını işçiye vermem” diyerek işçiyi halkın dışında tutarken adeta özel savaşı teşvik etmişti. Ha keza Kürt sorununu siyasi alanda çözmek yerine “PKK ya bitecek ya bitecek” diyerek de Türklerin 21. yüzyıl ‘Asena’sı olmaya soyunmuştu. ‘Ana şefkati’, bir süre sonra gizli derin devleti kucaklar oldu. İlk icraat olarak Bakanlar Kurulu Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in görev süresini bir yıl uzattı. Bunun anlamı Güreş ve ekibine misyonunu tamamlama fırsatının tanınmasıydı. Ki Doğan Güreş daha sonra yapacağı açıklamalarla silahlı kuvvetlerin PKK’ye karşı o güne kadar uyguladığı stratejiyi değiştireceklerini savunacak ve saldırıya geçeceklerini açıklarken de “bu bir low density warfare’ (düşük yoğunluklu savaş)” tır diyecektir (6 Kasım 1993).

Güreş ile Çiller’i simgeleştiren bu dönem, şiddetin en üst boyuta tırmandırıldığı dönemdir. “Düşük yoğunluklu savaş”ın yaşandığı bu sıralarda terhisler iki kez ertelenmiş, çatışmalarda ölen askerlerin cenazeleri kullanılarak, Türk ve Kürt halkı karşı karşıya getirilmek istenmişti. MHP eliyle milliyetçilik duyguları kabartılırken, DEP üzerinde gizli derin devlet terörü estirildi; faili meçhuller, yargısız infazlar, gözaltında kayıplar… had safhaya çıktı.

Kars’ın Digor ilçesinde gerçekleştirilen katliam girişimleri ‘topyekun savaş konsepti’ için önemli bir provaydı. 14 Ağustos günü özel timin keyfi olarak, toplanan 4 bin kişiden fazla kalabalığın üzerine ateş açması sonucu 18 kişi yaşamını yitirmiş 134 kişi de kurşunla yaralanmıştı. 15 Ağustos günü de aynı şekilde bir senaryo Muş’un Malazgirt ilçesinde sahneye kondu. Gelişmeleri yerinde incelemek üzere DEP Milletvekillerinden Mahmut Alınak, Selim Sadak, Sırrı Sakık ve Ali Yiğit’ten oluşan bir heyet olay mahalline gitmişlerdi. İncelemeler sonrası hazırladıkları raporu Cumhurbaşkanı, Başbakan ve TBMM’ye iletmişlerdi.

Raporda, iddia edildiği gibi güvenlik güçleri ile PKK arasında bir çatışma yaşanmadığı belirtiliyordu. Bilinçli olarak insanların toplanmasına müdahale edilmediği, daha sonra da sivil halk üzerine özel timler tarafından ateş açıldığı ve konuyla ilgili olarak binlerce görgü tanığının bulunduğu belirtiliyordu. DEP heyetinin hazırladığı raporun ‘Sonuç ve İstem’ kısmında; “Digor’da 18 kişinin ölümü ve 134 kişinin yaralanması ile sonuçlanan katliam özel kuvvetler ve özel tim tarafından gerçekleştirilmiştir”(Age. s.79) denilmekteydi.

Heyetin incelemeleri sonucu Digor ve Malazgirt’teki olayların Ankara hükümetinin bilgisi dışında ve devlet içindeki hukuk dışı suç örgütlerince gerçekleştirildiği neticesine varılmıştı. Devletin yetkili organları bu konuda soruşturma bile başlatmamış, olayı tamamıyla görmezden gelmişlerdi. Kürtlere karşı hak ihlalleri daha önceden de olduğu gibi, bu kez de örtbas edildi. Hak ihlalleri peş peşe sürdü. Birçok il, ilçe ve köye gıda ambargosu getirildi. Binlerce faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar, köy yakmalar ve boşaltmalar bütün hızıyla devam etti. Politik güçler dengesi özel savaşın kontrolünde olduğu için, hükümet açıkça olup bitenleri kabul etmiş ve bunun bir parçası haline gelmişti.

DEP Mardin Milletvekili Mehmet Sincar gündüz vakti sokak ortasında katledildi. Parti üzerindeki saldırıların dozu her geçen gün arttı. 16 Eylül günü DEP Genel Başkanı Yaşar Kaya tutuklandı. Tutuklanmasına, Kürt Federe Devleti Meclis Başkanı’nın davetlisi olarak katıldığı PDK Kongresi’nde gerçekleştirdiği konuşmada “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü aleyhinde propaganda” yaptığı nedeni ileri sürülmüştü. DEP Genel Başkanı yaklaşık üç ay tutuklu kaldı.

Aşiret liderlerine Ankara’da kucak açılırken, yurtsever Kürtlere karşı topyekun savaş başlatılmıştı. Farklı hiçbir sese olanak tanınmıyordu. Kürtlerin sesini yansıtan Özgür Gündem Gazetesi’ne olmadık cezalar verildi, muhabirleri kaçırıldı, sokak ortasında infaz edildi. Dergi ve gazeteler kapatıldı; binaları bombalandı.

Güreş-Çiller ekibi işbaşında olduğu günlerde DEP’in susturulması hedeflenmişti. “Barış kampanyası”nın yürütüldüğü günlerde DEP’in barış mitingleri her alanda yasaklandı. Baskı ve yasaklamalar nedeniyle Demokrasi Partisi kampanyayı arzuladığı şekilde yürütemedi.

Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi iş başındaydı. “Demokrasi Partisi’nin Barış Çağrısıdır” başlıklı bildiri ve “Savaş Değil Demokratik Çözüm” yazılı afiş nedeniyle DEP hakkında “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmaya yönelik bölücü propaganda” yaptığı gerekçesiyle dava açıldı. Partinin Genel Başkanı, Genel Sekreteri ve Merkez Yürütme Kurulu Üyeleri bu yargılama kapsamı içine alındı (9 Ekim 1993).

Demokrasi Partisi, boy hedefi seçilmişti; devletin kıskacındaydı. Her seferinde mengeneye sıkıştırılmak isteniliyordu. Barışı savunayım derken bu sıkıştırma hareketi içinde kendisini bulmuştu. Devlet içindeki hukuk dışı silahlı güçler partiye yöneldi. Öyle bir an geldi ki hiçbir DEP’linin yaşam garantisi kalmamıştı.

Devamı: YAZI DİZİSİ-3: Kürtlerin Seçim Serüveni ve Devletle İmtihanı (1990-2018)