Öncesi:

YAZI DİZİSİ-1: Kürtlerin Seçim Serüveni ve Devletle İmtihanı (1990-2018)

YAZI DİZİSİ-2: Kürtlerin Seçim Serüveni ve Devletle İmtihanı (1990-2018)

***

Eyyüp Demir / Demokrat Haber

KURGULANMIŞ DEVLET TERÖRÜ

Başbakan Tansu Çiller Kürt sorununa karşı askerin şiddet politikasına “askerden daha askerci” bir yaklaşımla sarıldı. “Ana şefkati” veya “kadın hassasiyeti” yerini savaş tanrısı Ares’e bırakmıştı. Derhal sınır güvenliği, özel tim, milli uzlaşma, yerel yönetimlerde pilot bölge uygulaması gibi konuları telaffuz etmeye başladı. Daha öncesinde Kürt sorununun çözümü için Bask Modeli’nden söz etse de bundan vazgeçti. Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in görev süresinin uzatılmasının ardından, daha önce Bakanlar Kurulu’nda kararı alınan “terörle mücadele paketi” uygulamaya konulmuştu. Bu pakette ilk aşamada askerliğini bitirmiş 15 bin komando, gönüllü olarak ve çok yüksek ücretlerle kurulacak “özel ordu”nun oluşumu için alındı ve Özel Hareket Timleri’nin sayısının arttırılması için polis okullarının açılması gündeme alındı.

Devreye sokulan bu plan ilk etkisini Lice’de gösterdi. 22 Ekim 1993 günü Diyarbakır’ın Lice İlçesi, güvenlik güçlerince kurşun yağmuruna tutuldu. Resmi rakamlara göre 13 ölü 34 yaralı gösteriliyordu. Oysa gerçek rakam bunun çok üzerindeydi. Aynı gün Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın helikopterle indiği İlçe Jandarma Bölüğü’nün bahçesinde uzaktan açılan ateş sonucu öldürülmüştü.

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yaptığı ilk açıklamada “Tuğgeneral Bahtiyar Aydın görev başında kaza kurşunu ile şehit edilmiştir” (Cumhuriyet, 26 Ekim 1993) derken Devlet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Yıldırım Aktuna Lice’de bir çatışma olduğunu, oraya giderken uzun namlulu silahlarla ateş edildiğini iddia etmişti. Devletin bu iki yetkilisi arasında verilen bu çelişkili bilgiler aslında olayın gerçek yüzünü perdeleme gayretiydi. Bunun üzerine PKK kaynakları yaptığı açıklamada hiçbir birliklerinin devlet birlikleriyle çatışmadığını bildirmişlerdi.

Aslında devlet, kamuoyundan bir şeyler gizleme çabasındaydı. Olayın sıcaklığında hiç kimse Lice’ye alınmadı. Diyarbakır’da bulunan CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve beraberindeki ekip Lice’deki gelişmeleri yakından izlemek için gitmek isteyince engellenmişti. Tüm çabalarına rağmen Baykal Lice’ye sokulmadı. Duruma tepki gösteren CHP Genel Başkanı, “Demek ki görülmemesi gereken şeyler olmuş” (Aydınlık, 26 Ekim 1993) diyerek olaya tepki göstermişti.

Baykal’ın ifadesiyle ‘görülmemesi gereken yerler’ görülecek hale getirildikten sonra, siyasi partilerin incelemelerine izin verildi. SHP, Lice’de yaptığı gözlemler sonrası hazırladığı “Lice Raporu”nda ilçede bazı yerlerin “kolluk kuvvetleri” tarafından yakılmış olabileceği ve iş yerlerinin ise ayrı ayrı yakıldığı kaydediliyordu. (Bkz. Cumhuriyet, 6 Kasım 1993)

Lice’de incelemelerde bulunan DEP milletvekillerinden Leyla Zana, Sırrı Sakık, Sedat Yurttaş, Ali Yiğit ile DEP Lice Belediye Başkanı Nazmi Balkaş’tan oluşan heyet gördükleri manzara karşısında dehşete düştüklerini belirtmişlerdi. Şehrin sanki bir savaştan çıktığını; konutların benzin dökülerek, lav silahlarıyla yakıldığını hiçbir dükkanın sağlam kalmadığını kaydederken, Diyarbakır Valisi de 242 işyerinin ve 398 evin hasar gördüğünü açıklamıştı.

Lice’den sonra da saldırılar peş peşe sıralandı. Bir yandan yerleşim birimleri yerle bir edilirken, öte yandan da DEP sindirilmek isteniyordu. DYP Erzurum Milletvekili İsmail Köse, DEP’lileri “vatan haini” olarak suçlarken, ANAP Yerel Yönetimler Başkan Yardımcısı Ordu Milletvekili Bahri Kibar “Bunlar Ermeni uşağı, vatan hainlerinden de öte satılık” diyerek provokatif açıklamalarda bulunmuşlardı.

Bahtiyar Aydın’ın cenaze töreni tam olarak DEP ve PKK karşıtı eyleme dönüştü. Devletin en yetkili organlarınca tehditler savruldu. Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş Diyarbakır’da yaptığı konuşmada, “Önümüzdeki kış önemli gelişmeler olacak, göreceksiniz. Lider kadrosunu dahi çökerteceğiz. Geberip gidecekler, yok olup gidecekler… Hatta örgütün başı dahi…” (Tayyar Şafak, Günaydın, 28 Ekim 1993) diyerek gözdağı vermeye çalışmıştı.

Öyle görünüyordu ki, tüm bunlar başlatılacak harekata karşı kamuoyunu hazırlama taktikleriydi. Zira daha öncesinde de asayiş Jandarma Kolordu Komutanı Korgeneral Hasan Kundakçı Genelkurmay Başkanı emri uyarınca “İşi üç ay içinde belli bir risk göze almak koşuluyla“, “sorunu” çözebileceklerini öne sürmüşlerdi. (Cumhuriyet, 27 Eylül 1993) Kundakçı’nın risk dediği “kitlesel imhaydı”; bunun yolu da kitle imha silahının kullanılmasıydı. Ki o dönemlerde yaptırılan uydurma haberlerle PKK’nin elinde kimyasal silahların bulunduğu da iddia ediliyordu. Bununla devletin kimyasal silah kullanılmasına meşru zemini hazırlanıyordu. Nitekim birçok noktada da PKK’ye karşı kullanıldı.

Lice olaylarından hemen sonra TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk’un önerisiyle “ulusal uzlaşma” zirvesinin yapılması için parlamentoda grubu veya temsili bulunan siyasi partilerin liderlerine çağrıda bulunuldu. 27 Ekim’de yapılan zirveye parlamentodaki on siyasi parti lideri katılım gösterirken DEP zirveye genel başkanlık düzeyinde çağrılmadığı için katılmadı. Katılmayışının diğer bir nedeni de “milli mutabakat”ın yarar sağlayamayacağı, ancak “toplumsal mutabakat”ın çözüm olabileceğini savunmasıydı. Zirve ile ilgili bir açıklamada bulunan DEP Genel Başkan Vekili Murat Bozlak, zirveyi değerlendirirken: “Kürt sorununu konuşmak yasak, genel başkanımız konuşmasından dolayı tutuklandı. Ceza tehdidi altında sorun konuşulamaz.” (Günaydın, 26 Ekim 1993) diyerek niçin katılmadıklarını açıklamıştı.

Hükümet ile Genelkurmay’ın Kürt sorunu konusundaki düşünceleri tümden aynıydı. Çiller Bask Modeli’nden vazgeçince Genelkurmay politikasının yürütücüsü konumunu üstlenmişti. Hükümetin bu tavrını eleştiren SHP Grup Başkanı Aydın Güven Gürkan:

“Hükümet Genelkurmay’ın ağzına bakıyor… Hükümet gayri ciddi ve yanlış yolda… Sorumluluk sahibi insan bulamıyorum” diyerek Kürt sorunu noktasında da hükümeti şu sözlerle yeriyordu: “Genelkurmay Başkanı’nın ağzından çıkan sözler çözüm olarak gündeme geliyor. Her gün çok sayıda insanla görüşüyorum. Canım sıkılıyor. Bu sorun ancak demokratik çözümlerle olumlu bir noktaya gelebilir. Genelkurmay Başkanı’nın ağzından çıkan laf çözümmüş gibi bakılıyor. Oysa sorunun boyutları her geçen gün genişliyor. Bir an önce ciddi ve tutarlı yaklaşımlar geliştirilmelidir.” (Sabah, 28 Ekim 1993)

Türkiye’nin konjonktürel siyasetinde Gürkan’ın da ifade ettiği şekliyle Genelkurmay Başkanı’nın ağzından çıkan her söz hem bir emir, hem de bir çözüm olarak görülmekteydi. Kürt hareketinin kaydettiği her yükselme ivmesi Genelkurmayı rahatsız ettiği için şiddet öne çekiliyordu. Metropollerde DEP’e katılımlar arttığı sıralarda DEP, hükümetin ve Genelkurmayın hedefi haline geldi. Hele hele belediye başkanlarının DEP’e geçmesi devletin en derinindekileri rahatsız etmişti. Hükümet ve askerin sertleşmesiyle PKK Genel Sekreteri Öcalan ve PKK’nin üst düzey kadroları hedef seçildi ve imha girişimleri başlatıldı. Her seferinde “çember daraldı” denilerek savaş harekatı daha da genişletildi. Bunun üzerine PKK de şiddet olaylarını tırmandırarak bölgede burjuva siyasi partilerin faaliyetlerine 24 Ekim’den itibaren yasaklama getirmiş, ayrıca bu konuda basının da çalışmaları engellenmişti.

Yerel seçimler yaklaşırken PKK’nin bu tavrı Ankara’daki siyasileri ciddi anlamda telaşlandırdı. Devlet resmen DEP’i tasfiye ederken, PKK de diğer partilerin bölgede siyaset yapmasına engel olmuştu. Nitekim birçok siyasi partinin faaliyetleri durdu. Gazeteler bölgede iş yapamaz duruma geldi.

Devletin yerel seçimler konusunda duyduğu kaygı ayyuka çıktı. Bölgede yerel seçimlerin ertelenmesi, partilerin ittifak kurması gibi formüller üzerinde durulmaya başlandı. Hatta Genelkurmay İkinci Başkanı Ahmet Çörekçi partiler arası ittifak önerisinde bulunmuştu:

“Seçimlerin güvenliği çok önemlidir. Orada sandık güvenliğinin sağlanması güvenlik kuvvetlerinin görevidir. Ancak sandığın güvenliğinin sağlanması kadar sandıktan çıkacak sonuçlar da önemlidir. Bu nedenle Mart yerel seçimlerini o bölgede bir referandum haline getirmek isteyen örgüte karşı önlem almakta fayda görüyoruz. En azından belirli yerlerde partiler bir biriyle yarışma yerine bir ittifak arayışına gidebilir.” (Fatih Çekirge, Sabah, 16 Kasım 1993.)

Başta Başbakan Yardımcısı Murat Karayalçın ve birçok siyasi parti temsilcisi açıklamaya tepki gösterdi. Daha sonra yükselen tepkilerden dolayı haber Genelkurmay Başkanlığı Sözcüsü tarafından yalanlandı; Kendilerinin böyle bir açıklamalarının bulunmadığını söyleyerek geri adım atmıştı.

Görüldüğü gibi DEP’in yerel seçimlere sokulmaması için her yol deneniyordu. Bu plan tutmayınca DEP milletvekillerinin dokunulmazlıkları bu kez gündeme alındı. Bunun üzerine DEP’li 17 milletvekili yaklaşan yerel seçimler dolayısıyla uygulanan baskı ve dokunulmazlıklar konusunda Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK)’na başvuruda bulunmuşlardı (20 Kasım 1993).

Kürtlerin bir soykırım eşiğine geldiğinin belirtildiği başvuruda, kitleler zoraki bir gücün tehdidi altında bulunduğu için de Kürt illerinin yakından izlenmesini talep etmişlerdi. Zoraki göç, toplu gözaltılar, tutuklamalar, faili meçhul cinayetler, kayıplar, işkence vakası, vb. birçok noktanın izlenmesini talep etmişlerdi. Ayrıca DEP parlamenteri Mehmet Sincar ve çok sayıda kişinin katledilmesi, Genel Başkan Yaşar Kaya’nın tutuklanması, idamla yargılanma, belediye başkanlarına yönelik baskıların artması noktalarına da dikkat çekilerek duyarlılık göstermeleri önerilmişti. Ancak her zaman olduğu gibi bu kez de DEP, AGİK’e başvuruda bulunduğu için hükümet ve DEP muhalifleri tarafından “ihanet”le suçlandı.

Devlet tedhişi ve seçimden çekilme

Gelişmeleri yakından izleyen Avrupa Parlamentosu, Türkiye’de yapılacak yerel seçimlere ilişkin bir karar tasarısını onayladı. Bu tasarıda Türkiye’ye bir dizi taleplerde bulunulurken, insan hakları ihlallerinin durdurulması, seçimde etkin bir uluslararası gözlemci heyetinin bulundurulması, güvenlik güçlerinin uyguladığı şiddetin kınanması, Kürt sorununda militarist yöntemler yerine demokratik çözümün esas alınması, çeşitli Kürt kurumlarına yönelik yürütülen baskıların kaldırılması, ayrıca Türk Hükümeti’nin gönderilecek heyete her türlü kolaylığı sağlamasını talep eden bir karar tasarısını iletmişlerdi.

Ancak, Avrupa Parlamentosu’nun bu talepleri Türkiye’de ciddi bir karşılık bulmadı. DEP üzerindeki baskılar, asker ve hükümetin büyük “gayret”iyle sürdü. Bu yönelimlerle devlet, DEP’i her koşul altında seçimlere sokmama noktasında kararlıydı.

Genel Merkez binası başta olmak üzere, il ve ilçe binaları bombalanan ve devletin yetkilileri tarafından “hain” ilan edilen DEP’liler 23 Şubat günü Ankara’da Sürmeli Oteli’nde Genişletilmiş Danışma Kurulu Toplantısı yaptı. Seçimlerden çekilme ya da katılma konusu tartışıldı. Seçimlere girmeyi isteyenler ile çekilmek isteyenler arasında bir polemik yaşanmıştı. Çekilmek isteyenler kendilerince haklı gerekçeler ileri sürmüşlerdi. Yüksek Seçim Kurulu’nun Olağanüstü Hal Bölgesi’ni kapsayan kararları DEP’lileri gerçekten ürkütüyordu. Zira OHAL Bölgesinde oy kullanma sürelerinin başlangıç ve bitiş saatlerinin değiştirilerek güvenlik nedeniyle kısaltılması, seçim sandıklarının helikopter ve panzerlerle taşınarak tek mahalle ve köyde toplanması, ayrıca resmi giyimli ve silah taşıyanların sandık alanına girebilmelerinin getirdiği kaygıların yanında bölge adaylarına yönelik baskılar ve seçmen üzerinde yaratılacak durum, kaygıları haklı kılmıyor da değildi. İşte tüm bunlar bu toplantıda dile getirilmişti. Seçimlere her ne koşul altında olursa olsun katılmak gerektiğini savunanlar ise, seçime girmedikleri takdirde devletin arzuladığı noktaya gelineceği, zaten devletin de istediğinin bu olduğunu öne sürmüşlerdi.

DEP bölgede birinci parti olmasına rağmen yapılan düzenlemeler neticesinde sandıktan neyin çıkacağının garantisi yoktu. Danışma Kurulu Toplantısı’nda yapılan tartışmalar ertesi gün Parti Meclisi toplantısının gündemine alınarak tekrar üzerinde duruldu. İki gün süren Parti Meclisi toplantısı ertesi gün seçimlere girip girmeme konusunu oylamaya sundu. Oylamada küçük bir farkla da olsa “seçimden çekilme” kararı çıktı.

25 Şubat 1994 günü Ankara İl Binasında kamuoyuna deklere edilen bu sonuç belli gerekçelere dayandırılıyordu. DEP’liler 45 günlük zaman zarfında 7 şehit verdiklerini, 6 il ve ilçe binalarının bombalandığını, genel sekreterlerinin evinde silahlı saldırıya uğradığını, Genel Merkez binasının bombalanarak kullanılamaz hale geldiğini, aday adaylarının partilerinden ayrılması için tehdit edildiğini, gözaltına alındığını, partinin birçok seçim çevresinde aday gösteremez duruma geldiklerini anımsatarak çekildiklerini açıklamışlardı. Konuyla ilgili yayınlanan sonuç bildirisinde ise aşağıdaki ifadelere yer verilmişti:

“… Özel yasalarla yaratılmış, korucu, özel tim, asker, polis baskısı altında kolumuz kanadımız budanarak şeklen sokulmak istendiğimiz 27 Mart 1994 Genel Yerel Seçimleri’ne katılmamayı, anti demokratik uygulamalarıyla insanlarımızın iradesini ortadan kaldırmayı amaçlayan bu politikalara alet olmamayı ve adil olmayan bu yarıştan çekilmeyi, büyük çoğunlukla kararlaştırmıştır. Parti Meclisimiz, seçime verdiğimiz öneme rağmen ileride gerçek demokratik seçimlerin yapılabilmesine hizmet edeceği düşüncesiyle ve bu seçimin meşruiyetinin kalmadığı, başka bir çıkış yolu bırakmadığı inancıyla bu kararı almıştır.”(Demokrasi Partisi, Parti Meclisi Sonuç Bildirgesi, 25 Şubat 1994, DEP Arşivi)

Devlet DEP’in seçimlerden çekilmesini PKK’nin bir taktiği olarak değerlendirmişti. Bu koşullar altında yapılan seçimlere toplam 13 siyasi parti katıldı. Bunlar arasında DYP yüzde 21,4, ANAP yüzde 21,0, RP yüzde 19,1, SHP yüzde 13,6, DSP yüzde 8,8, MHP yüzde 8,0, CHP yüzde 4,6 ve diğer kalan beş parti de yüzde 3,5 oranında kalmıştı. Bu seçimlerde RP oy patlaması yaparken bir önceki seçimlerde patlama yapan SHP ise büyük bir seçim yenilgisi almıştı.

DEP’in seçimlerden çekilmesi Başbakan Tansu Çiller ve Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş ikilisini tatmin etmemiş olmalı ki, milletvekillerinin yasama dokunulmazlıklarının kaldırılması Meclis Genel Kurulu’na getirildi. Bir skandallar yumağı olan bundan sonraki süreç, Türkiye’de ‘seçilmişler’in ‘seçilmişler’i devre dışı eden ‘siyasi darbe’ dönemiyle çalkalanacaktır.

Kürtlere karşı siyasi darbe

2 Mart 1994 günü Meclisin, Demokrasi Partisi milletvekillerine karşı giriştiği hareketi tam anlamıyla bir siyasi darbeydi.

Bu ‘siyasi’ ya da ‘postmodern’ darbenin senaryoları 1990’lara dek uzanıyor. Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığı HEP’in kurulmasından birkaç ay sonrasında HEP’li milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılmasını talep etmişti. Anayasa ve Adalet Karma Komisyonu 11 HEP’li milletvekili başta olmak üzere toplam 20 milletvekilinin dokunulmazlığını görüşerek bekletmeye almışlardı (27 Eylül 1990).

HEP’in kapatılması DEP’in de aktif siyasete yönelmesiyle beraber bir dönemin konsepti, bu kez DEP için yürürlüğe konuldu. Özellikle 30 Temmuz 1992 tarihinde yapılan Milli Güvenlik Kurulu Toplantısı’nda ülkeye yönelik asli tehdidin ‘bölücülük’ üzerine odaklanması, ‘dış tehdit’ önceliğinin terk edilerek ‘iç tehdit’e kayması devleti yeni bir stratejiye itmişti. Daha öncesinde de Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay’ın istifasıyla yerine geçen Orgeneral Doğan Güreş, yeni bir topyekun savaş stratejisinin bizatihi planlayıcısı oldu. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümü ve yerine Süleyman Demirel’in geçmesi Tansu Çiller’in de Başbakanlık koltuğuna oturması diyebiliriz ki, tüm ipleri Genelkurmay’ın eline verdi.

Bu süreçte Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş ve Başbakan Tansu Çiller arasında “müthiş ikili” ilişkiler gelişti. Çiller’in Güreş’le sıkı fıkı oluşu bir ön tedbirdi. Rakipleri karşısında üstünlük elde etmek için Çiller’in arkasını sağlama almak istemi, askerin ipine sarılmasına yol açmıştı. Zira asker Türkiye tarihinde sürekli en etkin güç olmuş ve her şeyin üzerinde görülen bir güç pozisyonunu korumuştu. Parti içindeki konumunu güçlendirmek isteyen Çiller, bilinçli bir şekilde Genelkurmay’ın kendisi adına politika üretmesine olanak tanımıştı. Güreş ise, bunun karşılığında Çiller’in düzenlediği mitinglerde kimi kez boy göstererek vefa borcunu ödemeye çalışmıştı.

Çiller’in sadakatine karşı Güreş de bağlıydı. Genelkurmay Başkanı Güreş, İngiltere Genelkurmay Başkanıyla yaptığı bir görüşmede İngiliz Genelkurmay Başkanı’nın, “Kadın Başbakanınız emir veriyor mu?” sorusuna “Ne demek rahat emir verebiliyor mu?... tak diye emir veriyor, ben şak diye selama geçip emri uyguluyorum…” (Çiller ve Çiller, Doğruyol Partisi Yayınları, 2002, s.306) şeklinde yanıtlanmıştı. Basının ve mizah çevrelerinin alaycı bir tarzda işlediği bu yanıt, belki atanmışın seçilmişin emrini dinlemesi şeklinde yorumlanabilir, ancak diyalogun kendisi bile alaycı bir nitelikteydi. Hatta bunun üzerine Güreş’in ismi basında “Tak-Şak Paşa”ya çıkmıştı. Oysa çok iyi biliniyordu ki, “tak” diyen Güreş “şak” diye yapan da Çiller’di. Sivil hükümetin askerin kontrolünde olduğu ise her gün yazılıp çiziliyordu.

Güreş-Çiller ikilisi “denizi kurutma” hareketinin ortak parçalarıydı. Çin’in ünlü lideri Mao’nun “Gerilla balık gibidir. Su bulduğu sürece yaşar. Gerillanın yaşadığı nehir ve denizler halktır” sözleri belki de en çok bu ikiliyi etkilemişti. Zira bu ikili kendilerince planladıkları “balık avı” stratejisiyle suyu kurutmak istiyorlardı. (Ayrıca Bkz. Ahmet Kahraman, Bir Dönemin Türk Büyükleri, Öteki Yayınevi, Ankara, 1998, s.270)

Güreş-Çiller ikilisi balığı yok etmek için suyu kurutma peşindeydi. Bu nedenle de toprakların insansızlaştırılması, köylerin yok edilip boşaltılması, insanların topluca yerinden sürülmesi, gerilla saklanıyor diye ormanların yakılması bu stratejinin sadece uygulamadaki birkaç boyutuydu. İşte suyun diğer boyutunu oluşturan DEP’liler de bu ekipçe bilinen nedenden dolayı hedef seçilmişti.

Güreş-Çiller ikilisi her seferinde “Pirus zaferi”nin yakında olduğunu dile getirirken, demokrasiyi ve Meclis’teki DEP’lileri bunun önünde birer engel olarak görüyorlardı. Demokrasi bu ikilinin hareket alanlarını sınırlarken, DEP de Meclis’te aykırı bir ses olarak öne çıkıyordu. Bu aykırı ses Kürtlerin feryadını, trajedisini dile getiren bir sesti. İşte bu nedenledir ki, DEP’liler hem iktidar tarafından hem de askerler tarafından “bozguncu” ve “vatan hainliği” ile suçlanmışlardı.

Başbakan Tansu Çiller, göreve başladığı 1993 sonbaharında televizyon ekranında ‘ulusal sesleniş’inde, “Bu terör ya bitecek ya bitecek” diyerek ‘balık avı stratejisi’nin temel felsefesini çizmişti. Çiller, daha sonra İstanbul Holiday Inn Oteli’nde iş adamlarıyla yaptığı toplantıda da bunun ayrıntılarını açıklamış, PKK’ye yardım sağlayan Kürt işadamları, bürokrat ve sanatçıların tek tek saptandığını, çok yakında da bunlardan hesap soracaklarını ifade etmişti. “Terörün dıştaki ve içteki finansal kaynaklarını kurutacağız. Haraç verenlerin listelerini açıklıyoruz. Bunlar kurutulacak.” (Hürriyet, 31 Ekim 1993) diyerek de Kürt işadamlarını hedef göstermişti.

Güreş-Çiller ekibi ortaya koydukları stratejinin sonuç alıcı olması için devletin kimi yönetim birimlerinde değişiklikler yapmaya çalışmışlardı. Harekatın eksiksiz yürütülmesi için, MİT Başkanı Sönmez Köksal’ın görevden alınması denendiyse de bunda Çiller ekibi başarılı olamamıştı. Bunun üzerine iç ve dış istihbaratı birbirinden ayırarak MİT’in görev alanını değiştirmeye gitmişlerdi. Ayrıca, Emniyet İstihbarat ve Özel Harekat Dairesi’nin güçlendirilmesi yolu seçilmişti. Bu konuda dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’dan da destek istemişti.(Bkz. Çiller ve Çiller, s.305)

Suyu kurutma operasyonu başlatıldı. Başta legal demokratik Kürt örgütlerine karşı inanılmaz derecede bir saldırı furyası yürütüldü. Kürt muhalif gazete ve dergileri susturulmaya çalışıldı, Kürt işadamı, bürokrat ve aydınları mafyavari işkence yöntemleriyle infaz edilmeye başlandı. Behçet Cantürk ve şoförü Recep Kuzucu Sapanca’da ölü bulundu. Savaş Buldan işkence edilmek suretiyle katledildi. Kürt aydınlarından avukat Yusuf Ekinci Ankara’da ‘faili meçhul’ bir saldırıda öldürüldü. Tabir yerindeyse Türkiye’deki mahkemelerin işini tetikçiler görmeye başlamıştı. DEP’e saldırılar da bu kapsamda gelişince DEP ile siyasi iktidar arasındaki köprüler tümden atıldı.

Balık avı stratejistleri, tertip ettikleri senaryonun başarılı olabilmesi için en uygun aktörlerin tespitini yapmış, bu yüzden de Hazırlık Komisyonu ve Karma Komisyon’da da değişime gitmişlerdi. Bu komisyonların başına daha çok militan üye; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve daha birçok devrimcinin ipini çeken eski sıkıyönetim savcısı Baki Tuğ getirilmişti. DYP, RP, DSP ve ANAP da bu komisyonlardan adaylarını çekerek bunların yerine daha militan kişileri yerleştirmişlerdi. Baki Tuğ’un yanı sıra Coşkun Kırca (İstanbul), Hasan Namal (Antalya), Cemal Şahin (Çorum), Sadık Avundukoğlu (Kırıkkale), Osman Seyfi (Nevşehir) gibi milletvekilleri komisyon üyeliğine getirilmişlerdi. Bu üyelerin çoğu da dokunulmazlık dosyalarının kapsamından bihaberdi. (Bkz. HEP, DEP ve Devlet, s.145)

Parlamentodaki aykırı sesin ivedilikle susturulması isteniyordu. Çiller ‘tak’ sesine karşı ‘şak’ selamıyla dünyanın ne dediğine bakmaksızın Güreş’in emirlerini yerine getirmeye başladı. Öncelikle DEP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması gündeme alındı; Hazırlık Komisyonu milletvekilleri hakkında ‘inceleme’ ve ‘araştırma’larda bulundular. Dokunulmazlıkların ‘kaldırılması’ veya ‘kaldırılmaması’ hakkında karar verecek olan bu komisyon, aldığı bir kararla konuyu Karma Komisyon’a havale etti. Anayasa ve Adalet Karma Komisyonu da DEP’li milletvekillerinin savunmalarını yeniden alarak Hatip Dicle, Orhan Doğan, Ahmet Türk, Leyla Zana, Sırrı Sakık ve Şırnak Bağımsız Milletvekili Mahmut Alınak ile İstanbul Bağımsız (eski RP’li) Milletvekili Hasan Mezarcı’yı Meclis Genel Kurulu’na havale etti. Artık yasama dokunulmazlıklarının kaldırılması Meclis Genel Kurulu’nun elindeydi.

Meclis’te yasama dokunulmazlıklarının kaldırılması istenilen kişilerin sayısı yüzün üzerindeydi. Bunlardan kimilerinin hayali ihracat, sahte evrak düzenlemek, ihaleye fesat karıştırmak, rüşvet, vergi kaçakçılığı, vb. nedenlerle dokunulmazlıklarının kaldırılması isteniliyordu. Ancak bunlara yönelik herhangi bir işlem yapılmazken DEP’liler için derhal harekete geçirilmişti. İşin esası suç dosyalarına göre değil, yüksek yerden gelen emre göre belirlemelerde bulunulmuştu.

Seçim arifesinde DEP’in hedef seçilmesi sıradan bir olay olmadığı gibi, DEP’in ilk başlarda seçimlere girme konusundaki kararlılığı hedef seçilmelerini daha da körüklemişti. Ancak daha sonra seçimlerden çekileceğini ilan etmesi de DEP’i hedef olmaktan kurtaramadı. DEP bu kararını açıklamadan önce de seçimlerde ne ölçüde başarılı olacağı siyasi çevrelerde de tartışma konusu edilmiş, DEP’in bölgede belediye başkanlıklarını kazanması halinde bunun sonuçları noktasında çeşitli spekülasyonlar yapılmıştı.

DEP, adil bir fırsat eşitliği, güvenlik kuvvetlerinin müdahalesinden uzak bir seçimin yapılması durumunda bölgede büyük bir zaferle çıkacağına inanıyordu. Seçimlerin demokratik bir ortamda yapılması için DEP Genel Başkanı Hatip Dicle Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Catherina Lalovmiere, Avrupa Parlamentosu Başkanı Egon Klestch ve Avrupa Komisyonu Başkanı Jack Delors’a birer mektup göndererek 27 Mart’ta yapılacak yerel seçimlerin Avrupa tarafından yakından izlenmesi çağrısında da bulunulmuştu. Bu arada Leyla Zana, Hatip Dicle, Sırrı Sakık ve Ahmet Türk Brüksel’e giderek Avrupa Komisyonu Başkanı ile de birer görüşmede bulunmuşlardı. Ancak tüm bu çabalara rağmen sağlıklı bir sonuç alamadıkları için seçimlerden çekilme kararı almışlardı.

Bir yandan DEP’liler kendilerine karşı yapılan haksızlıkları çeşitli platformlara taşırken Güreş-Çiller ikilisi de içte DEP’lilere karşı yönelimlerin doruğuna yaklaşıyorlardı. Savaşı gerekçe yaparak “PKK’yi Meclis’ten atacağız” açıklamalarıyla DEP’e karşı şiddet uygulamayı meşrulaştırmaya çalışan Çiller, meydanlara çıkarken, “Onları Meclis’ten atayım mı?” şeklinde sarf ettiği sözlerle “hukuki” bir süreci siyasi bir ranta dönüştürmüştü. Çiller, partisinin grup toplantısında da, “Ankara DGM Savcılığı’nın PKK ile organik işbirliği savı ile açmak istediği davanın açılabilmesine olanak sağlamak üzere ilgili milletvekillerinin yasama dokunulmazlıkları kaldırılacaktır” (Prof. Dr. Mim Kemal Öke, Çillerli Yıllar 1993-1997, Doğruyol Partisi Yayınları, 2002, s.101) diyerek, “Halk yüce Meclis çatısı altında ‘PKK barındırıyor’ şeklinde düşünmeye başladı.” (Age.) iddiasında bulunmuştu.

Çiller, dokunulmazlıkların kaldırılmasını açıklarken, parlamentodaki mevcut partiler de bu konuda oldukça hevesli gözüküyorlardı. Bülent Ecevit, Alparslan Türkeş kadar sevinçli, Mesut Yılmaz, Necmettin Erbakan kadar heyecanlıydı. Doğrusu liderlerin bu konudaki ruh hali Çiller’in ek bir çaba içine girmesine gerek bırakmamıştı. SHP ise bu noktaya daha farklı açıdan yaklaşıyordu. SHP temel olarak, iddiaların yasama dönemi sonunda görüşülmesinden yanaydı. Siyasal suç kapsamında değerlendirilen bu durum nedeniyle yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına sıcak yaklaşmıyordu. Başbakan Yardımcısı ve SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın, dokunulmazlıkların kaldırılmasına karşı olduklarını belirtirken, ilgili dosyaların Genel Kurula inmesi durumunda grup kararı almayacaklarını, partiye mensup parlamenterlerin gelen dosyaya ve atfedilen suçun niteliğine ve vicdanlarına göre karar vereceklerini belirtmişti. Dosyalar ise Mart’ın ikisinde Meclis Genel Kurulu’na indi.

Halkın vekiline gözaltı operasyonu

Askeri otorite Demokrasi Partisi milletvekilleriyle ilgili sürecin başlatılmasında etkin bir rol aldı. Başbakan Tansu Çiller bu otoritenin etkinliğini inkar etmeye çalışsa da, açıkçası görünen köy kılavuz istemiyordu; askerin bastırmaları sonucu milletvekillerinin yasama dokunulmazlığı Anayasa ve Adalet Karma Komisyonu’ndan Meclis Genel Kurulu’na intikal etmişti.

Yasama dokunulmazlıkları Meclis’e gelmeden iki hafta öncesinde Genelkurmay Başkanı Güreş, Çankaya Köşküne çıkarak Cumhurbaşkanı Demirel’le görüşürken dokunulmazlıkların kaldırılması yönünde de talepte bulunmuştu. Dokunulmazlıklar konusu Çiller’le Güreş arasında da görüşülerek bu konuda siyasi iktidar uyarılmıştı.

DYP ve ANAP Başkanvekillerinin ortaklaşa hazırladıkları yasama dokunulmazlığının kaldırılmasıyla ilgili öneri bir gün öncesinde Meclis Genel Kurulu’na sunulmuş, bu öneride dokunulmazlıkların birinci sıraya alınması, 2 Mart 1994 günü de görüşülmesi istenmişti. Divan Katibince okunan bu öneri kabul görmüş ve ertesi gün saat 13.00’te Meclis Genel Kurulu yasama dokunulmazlıklarının kaldırılması için işbaşı yapmıştı.

Dokunulmazlık dosyalarının görüşüldüğü ilk günde, sırayla DEP Şırnak Milletvekili Orhan Doğan, Muş Milletvekili Sırrı Sakık, Şırnak Bağımsız Milletvekili Mahmut Alınak, DEP Diyarbakır Milletvekili Hatip Dicle ve Leyla Zana, Mardin Milletvekili Ahmet Türk’ün; ikinci gün ise DEP Şırnak Milletvekili Selim Sadak ve İstanbul Bağımsız Milletvekili Hasan Mezarcı’nın yasama dokunulmazlığı görüşülerek kaldırılmıştı.

Meclis Genel Kurulu’nda saatler 13.40’ı gösterdiğinde Orhan Doğan hakkındaki dokunulmazlık dosyası görüşülmeye başlandı. Dosyayla ilgili ilk sözü alan DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit, SHP’ye yüklenerek HEP’i Meclise taşıyanların SHP olduğunu iddia etmiş ve Erdal İnönü’yü eleştirmişti. Ecevit’in konuşmasından sonra söz alan DEP Adıyaman milletvekili Mahmut Kılınç dokunulmazlıkların kaldırılmaya çalışılmasına tepki göstererek Kürt sorununun bu tarz anti demokratik yöntemlerle çözülemeyeceğini ve sorunun daha da açmaza sürüklenmek istendiğini belirtmişti. Savunması için kürsüye çıkan Orhan Doğan ise, psikolojik kampanyalarla inanılması güç komplo ve senaryolarla kamuoyunda yargılanma öncesinde suçlu olarak ilan edildiklerini, kendileriyle fikri alanda mücadele edemeyenlerin ellerine kelepçe takmaya kalktıklarını belirtmişti. Doğan buna yeltenenlerin tarih önünde bir gün hesap vereceklerini sözlerine eklerken, “vatan haini” damgasını kendilerine yüklemeye çalışanlara da şu eleştirilerde bulunmuştu: “Ağızlarından düşürülmeyen bölünmez bütünlüğe, bizlerde en az onları dile getirenler kadar saygılıyız; ama asıl bölücü olan bizler değiliz; asıl bölücü olan seçilmişleri, henüz yargı kararı olmadan hain ilan edenlerdir.” (TBMM Tutanakları, 2 Mart 1994)

Konuşmalar sonrasında yapılan oylamada parmakların büyük çoğunluğu dokunulmazlıkların kaldırılması yönünde havaya kalkınca, Orhan Doğan’ın dokunulmazlığı da kaldırılmıştı. Doğan’ın ardından Sırrı Sakık’ın dokunulmazlık dosyası ele alındı. Lehte ve aleyhte yapılan konuşmaların akabinde Sakık’ın yasama dokunulmazlığı da kaldırıldı.

Mahmut Alınak’ın dosyası görüşüldüğünde kürsüye çıkarak konuşan SHP Sivas Milletvekili Ziya Halis ANAP’ın iktidar partisiyle bir olup ana muhalefet partisi olma özelliğini yitirdiğini belirtmişti. DEP Diyarbakır Milletvekili Sedat Yurtdaş da yaptığı konuşmada, dokunulmazlıkların kaldırılmasını eleştirirken, sadece arkadaşlarının değil, kendilerinin de dokunulmazlıklarının kaldırılmasını isteyerek tepki göstermişti. Alınak ise savunmasında dokunulmazlıkların talimatlar doğrultusunda gerçekleştirildiğini belirterek, parlamentonun üstüne gölge düştüğünü ve ipotek altına alınarak ellerinin mahkum edildiğini kaydetmişti. Alınak’ın bu sözleri Meclis Genel Kurulu’nda tepkiyle karşılanmış, daha sonra yapılan oylama sonucu Alınak’ın da dokunulmazlığı kaldırılmıştı.

Mahmut Alınak’ın ardından DEP Genel Başkanı Hatip Dicle’nin yasama dokunulmazlığının kaldırılması görüşülmeye başlandı. Dicle savunması için çıktığı Meclis kürsüsünde yaşanılan gelişmeleri Türkiye’nin bir açmazı olarak değerlendirirken, konuşmasının son bir kez daha tutanaklara geçmesi için şunları ifade etmişti:

“Dedelerimiz de 70 yıl öncesinde, yani o tarihi haksızlığın başladığı 1924’ten bu yana birçok kere idam sehpalarına çıkarıldılar. Bu idam sehpalarına çıkarken, her zaman haklı olduklarına inandıkları için, son sözleri, dedelerimizden bize miras kalan söylemlerle söyleyeceğimizden hiç kimsenin şüphesi olmasın.”(Ag. Tutanaklar)

Hatip Dicle’nin bu sözlerine karşılık Meclis de, devletin geçmişten gelen Kürt politikasını devir aldığı mirasla Dicle’nin dokunulmazlığını kaldırdı. TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk’un yerine vekalet eden meclis Başkanvekili Mustafa Kalemli Dicle’nin dokunulmazlığının kaldırılmasından sonra saat 16.55’ten itibaren oturuma ara vererek, görüşmelerin saat 20.00’de devam edilmesine karar vermişti.

Meclis Genel Kurulu’nda verilen aradan sonra diğer kalan milletvekillerinin dosyaları görüşülecekti. Ayrıca milletvekilleri hakkında birden fazla fezleke bulunduğu için dokunulmazlığı kaldırılan milletvekillerinden Doğan, Alınak ve Dicle’nin diğer kalan dosyaları ikinci oturumda tekrardan ele alınacaktı. Fakat oturuma ara verildikten 10 dakika sonra Hatip Dicle TBMM çıkışında haksız ve hukuksuzca Meclis’in çevresini kuşatan polislerce gözaltına alınmıştı. Dicle’den yaklaşık 20 dakika sonra da Orhan Doğan yaka paça polis aracına bindirildi.

DEP’lilere karşı yapılan bunca hukuksuzluğa karşı bir yenisi daha eklendi. İki milletvekilinin Ankara DGM Cumhuriyet Başsavcısı Nusret Demiral ve Ankara Emniyet Müdürü’nün demokratik olmayan yöntemleriyle gözaltına alınmaları tam bir skandaldı. Zira Anayasa ve TBMM İç Tüzüğüne göre, dokunulmazlıkların kaldırılmasıyla ilgili Meclis kararının iptali için, milletvekillerinin Anayasa Mahkemesi’ne başvurma hakları vardı. Bu süre bir haftayı kapsıyordu. Anayasa Mahkemesi’nin başvurulara yanıt verme süresi ise 15 gün idi. Polis ve savcıların harekete geçebilmeleri ancak bu işlemler sonrasında kararın Resmi Gazete’de yayımlanmasından sonra mümkündü. Ancak Meclis İç Tüzüğü’nü hiçe sayan, hatta neredeyse parlamentonun yetkilerine tecavüz eden Ankara DGM Başsavcısı ve emniyet yetkilileri hiçbir resmi bağlayıcı yanı olmayan kitle iletişim araçları yoluyla verilen haberlere bakarak, iki milletvekilini kendilerinden “emin” bir şekilde gözaltına almışlardı.

Anayasa ve Meclis kararı kesinleşmeden yapılan bu keyfi müdahale nedeniyle ilk dosyadan dokunulmazlıkları kaldırılan Sırrı Sakık ve Mahmut Alınak Meclis’ten dışarı çıkmamışlardı.
Meclis Genel Kurulu saat 20.00’de tekrar toplandığında Dicle ve Doğan’ın gözaltına alınışları gündeme getirildi. ANAP Grup Başkanvekili Hasan Korkmazcan yerinden söz alarak iki milletvekilinin gözaltına alınması konusunda Meclis Başkanvekili Mustafa Kalemli ve İçişleri Bakanı Nahit Menteşe’nin bir açıklamada bulunmalarını talep etmişti. Ne Kalemli ne de Menteşe bu konuda doyurucu bir yanıt verememişlerdi. Daha doğrusu onlar da hazırlıksız yakalanmışlardı. Meclis’in üzerinde bir güç Anayasa ve Meclis İç Tüzüğü’nü ayaklar altına almış, yetkilileri acınacak bir duruma sokmuştu. Hiçbir yetkili bu konuda kayda değer bir açıklamada bulunamamıştı; Mustafa Kalemli gözaltılarla ilgili olarak sadece iki milletvekili için “yetkililere” yazı yazıldığını söylemekle yetinmişti.

Milletvekillerinin gözaltına alınışlarıyla ilgili yapılan tartışmalar bir sonuç vermeyince Genel Kurul’da bu kez de Leyla Zana’nın dosyası görüşülmeye başlandı. Dosya hakkında görüş belirtmek üzere kürsüye çıkan DEP Adıyaman Milletvekili Mahmut Kılınç arkadaşlarının apar topar gözaltına alınmasını sert bir dille eleştirerek tüm gelişmelerde “askerin” parmağının olduğunu ileri sürerek şunları kaydetmişti “Her şeyden önce açık bir şekilde ifade etmek istiyorum; bir haftadır Endonezya’da gezide olan Genelkurmay Başkanı’nın bugün dönüşüne tesadüf eden bu olayı ‘2 Mart darbesi’ olarak kabul ediyorum…”(Age)  Kılınç bu darbenin Kürt halkına ve onları temsil eden milletvekillerine karşı yapıldığını belirtmişti. Leyla Zana ise savunma yapmayacağını açıklaması üzerine bu kez de Zana için parmaklar kalkarak dokunulmazlığı kaldırıldı.

Saat 20.40’da Ahmet Türk’ün dosyası Genel Kurul’da görüşülmeye başlandı. Milletvekillerinin ön konuşmalarından sonra savunması için kürsüye çıkan Türk, Bülent Ecevit’i eleştirerek kendisinin 1977’de CHP’de Bülent Ecevit’in Genel Başkan olduğu bir sırada Mardin’de liste başı yapıldığını, ancak o zaman da Ahmet Türk ve düşüncelerinin aynı olduğunu belirtirken, “50 yaşımdan sonra mı bölücü oldum?” diyerek tepkisini ortaya koymuştu. Ahmet Türk de arkadaşlarının akıbetini paylaşmış ve dokunulmazlığı kaldırılmıştı.

Başkanvekili Mustafa Kalemli gözaltına alınan Orhan Doğan ile ilgili bir başka dosyanın görüşülmesi için ilgililere yazılan yazının alınması nedeniyle oturuma 15 dakika ara vermiş, yazı gelmeyince de Doğan’la ilgili dosya ertesi güne ertelenmişti.  

Saatler 21.35’i gösterdiğinde Meclis’te ikinci bir skandal patladı. RP’li Mukadder Başeğmez yerinden söz alarak Hasan Mezarcı’nın İstanbul’daki evinden gözaltına alındığını ifade etmişti. Başkanvekili Mustafa Kalemli, Mukadder Başeğmez’in bu sözlerini ihbar kabul ettiğini söylemiş ve İçişleri Bakanı’nın Meclis’e sağlıklı bilgi vermesi için oturuma bir kez daha ara vermişti.

Mecidiyeköy Karakolu’ndan bir ekip gelerek Hasan Mezarcı’nın silahını alarak evinde arama yapıp daha sonra da gözaltına almıştı. Skandalın asıl boyutu ise henüz dokunulmazlığı kaldırılmadığı halde Mezarcı’nın gözaltına alınmasıydı. Bu durum bir “rezalet” olarak değerlendirildi. Meclis Genel Kurulu saat 22.00’de tekrar toplandığında İçişleri Bakanı Nahit Menteşe kendisinin konuyla ilgili bir bilgisinin olmadığını belirtmiş, “yetkililer”le görüşülüp bir bilgi aldıkları takdirde Genel Kurul’a bir açıklamada bulunacaklarını çaresiz bir şekilde aktarmıştı.

Milletvekillerine karşı girişilen bu operasyon Meclisi açıkça devre dışı bırakmıştı. Daha sonra Bakanın devreye girmesiyle Hasan Mezarcı serbest bırakıldı. Konuşmakta güçlük çeken İçişleri Bakanı Menteşe olup bitenler karşısında seyirci kalmanın şaşkınlığı içindeydi. Meclis Başkanvekili Vefa Tanır gözaltına alınmalarla ilgili bilgi vermesinin ardından Başkanvekili Mustafa Kalemli, skandallarla dolu bir günün maratonunu saat 23.30’da oturumu kapatarak, güne son noktayı koymuştu.

Hatip Dicle ve Orhan Doğan’ın gözaltına alınması üzerine dokunulmazlıkları kaldırılan Ahmet Türk, Leyla Zana, Sırrı Sakık ve Mahmut Alınak Meclis’ten çıktıkları takdirde gözaltına alınacaklardı. Milletvekilleri bu yüzden de geceyi Meclis’te geçirme kararı aldılar.

Milletvekillerinin bu kararı üzerine Meclis Başkanvekili Vefa Tanır, milletvekilleriyle yaptığı görüşmede, ilginç bir aktarımda bulunmuştu. Vefa Tanır, “Meclis’te rahat edemezsiniz” diyerek, “Terörle Mücadele Şubesi’nde sizler için yer ayrılmış, dayanmış döşenmiş. Burada kalıp yorulacağınıza Emniyete gidin. Orası buraya göre daha güvenlidir.” (HEP, DEP ve Devlet, s.163) sözlerini sarf etmişti. Vefa Tanır’ın bu ilginç bir o kadar da ibret verici konuşması esasında bir gerçekliği de gözler önüne sermişti. Terörle Mücadele Şubesi’nde milletvekilleri için “dayalı döşeli” bir yerin önceden hazırlanması DEP’li milletvekillerine karşı yapılanların planlı bir operasyon olduğunu gösteriyordu.

Dokunulmazlığı kaldırılan Mahmut Alınak daha sonradan Vefa Tanır’ın bu sözlerine şu yorumu getirecektir: “Mübarek sanki bizi Ankara’nın beş yıldızlı Sheraton Oteli’nde misafir ediyordu.” Muş Milletvekili Sırrı Sakık ise, Vefa Tanır’ın bu söylediklerine karşı, “Siz Meclis Başkanvekili olarak Terörle Mücadele Şubesi’nin Meclis’ten daha güvenli olduğunu nasıl söyleyebilirsiniz?”(Age) diyerek sert bir tepki göstermişti. Diğer milletvekillerinin de tepkisi üzerine Vefa Tanır “Siz bilirsiniz. İstiyorsanız Meclis’te kalabilirsiniz” diyerek yanlarından ayrılmıştı.

3 Mart 1994 günü dokunulmazlıkların kaldırılmasına devam edildi. DEP Şırnak Milletvekili Selim Sadak ile İstanbul Bağımsız milletvekili Hasan Mezarcı’nın dokunulmazlıkları kaldırıldı. Aynı gün Leyla Zana ile Ahmet Türk’ün dokunulmazlıkları dört ayrı dosyadan, Orhan Doğan ile Mahmut Alınak’ın üç kez, Hatip Dicle ile Sırrı Sakık’ın iki kez, Selim Sadak’ın da bir kez yasama dokunulmazlığı görüşülerek kaldırılmıştı.

Milletvekilleri Terörle Mücadele Şubesi’ne gitmeme konusunda kararlıydılar; doğrudan savcılığa çıkacaklarını açıklamışlar, aksi takdirde de meclisi terk etmeyeceklerini belirtmişlerdi. İkinci geceyi de mecliste geçiren milletvekillerini gece geç saatlerde Adalet Bakanı Seyfi Oktay aramış ve sabahleyin Meclis polisi eşliğinde DGM Savcılığına götürüleceklerini belirtmiş, ifadelerin tamamlanmasından sonra da hakim karşısına çıkarılacakları sözünü vermişti.

4 Mart sabahı Meclis polisi eşliğinde milletvekilleri Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne götürüldüler. Adalet Bakanı’nın DGM’ye götürülecekleri sözünün dışında diğer hiçbir söz tutulmamıştı. DGM Başsavcısı Nusret Demiral, odasında milletvekilleriyle görüşürken, Terörle Mücadele Şubesi’ne götürüleceklerini ifade etmişti. Demiral, “İki yıldır peşinizdeyim. Şimdi elime düştünüz” diyerek de milletvekillerinin elinden kurtulamayacağı tehdidini savurmuş ve kendilerinin bırakılması durumunda da itiraz edeceğini onlara açık açık söylemişti. Demiral’ın sözlerinden kısa bir süre sonra da milletvekilleri gözaltına alınarak emniyete götürülmüşlerdi.

Terörle Mücadele Şubesi’ne götürülürken dosyaları Ankara’da bulunmayan Selim Sadak Kocaeli’ne, Hasan Mezarcı da Bandırma’ya gönderildi. Kocaeli’nde ifadesi alınan Sadak 3. Asliye Ceza Mahkemesi’ne çıkarıldıktan sonra mahkeme Sadak’ı tutuksuz yargılamak üzere serbest bırakmıştı.

Devamı: YAZI DİZİSİ-4: Kürtlerin Seçim Serüveni ve Devletle İmtihanı (1990-2018)