Jean Paul Sartre Fransa’nın Cezayir işgaline karşı çıkınca, iktidara yakın kimileri (yandaş ve yalaka takımı) bu yazar ve düşünce adamının yargılanmasını isterler. Konu De Gaulle’e sorulur. “Kendinize gelin” der De Gaulle, “Sartre Fransa’dır, Fransa’yı yargılamak kimin haddine!”. İşte o yüzden bugün Türkiye bir Fransa değil ve işte o yüzden herhangi bir Fransız vatandaşı Türkiye'ye elini kolunu sallayarak girip çıkarken, bizler ise Fransa'ya gitmek istediğimizde, paralar ödüyor, belgeler sunuyor, formlar dolduruluyor ve üstüne günlerce/haftalarca kapı önünde bekletiliyoruz...

Özellikle 1. ve 2. Dünya Savaşlarının ardından Hitler, Mussolini, Franco, Stalin, Pinochet gibi baskıcı diktatör ve tiranların zulmü altında ezilen ve inleyen ülkeler ve ulusları çok acılar çektiler ve hemen ardından özellikle ABD ve Avrupa ülkeleri demokrasi, çoğulculuk ve eşitlik gibi değerlerin farkına vardılar. Onları Asya ülkeleri ve hatta Türkiye’nin de içlerinde bulunduğu Orta Doğu ülkeleri takip etti. Fakat zaman geçti, kibirli ve açgözlü insanoğlunun canı sıkıldı. Ve şimdi insanlığın son dönemecinde gezegenin kaderi yeniden Trump, Putin, Modi, Duterte, Orban, Erdoğan gibi popülist ve pragmatist liderlerin elinde. Tabii ki örneklemek amacıyla bu saydıklarımı paragrafın başında yer alanlar ile aynı kefeye koymamak lazım. Bu tespit birebir gerçekçi ve makul olmaz. Ancak aynı zamanda üstte anılan türden veya hatta belki daha vahim bir despot ve otokrat devre geçişte bir ara dönemi yaşıyor olmamız kuvvetle muhtemeldir.

“Yandım, yandım” adlı şarkısını (Üsküdar Belediyesi konserinde) “Kâbe” için yazdığını açıklayan şarkıcı Mazhar Alanson’a sol/seküler kesime mensup vatandaşların tepki göstermesini anlamlı bulmuyorum. Asıl tepki dindar/muhafazakâr insanlardan en sert şekilde gelmeli ve gelebilmeliydi. Zira şarkıda “Hem kokladım da, hala hoş bir havan var, bana yeniden şarkılar söyleten kadın” gibi tutku ve şehvet dolu ifadeler geçiyor ve aynı Alanson 1998 yılında katıldığı bir programda bu şarkısını Bodrum için yazdığını şöyle anlatmış; "Bu arkadaş Bodrum’a gitmiş, Bodrum’a hayran olmuş ve bir aşk şarkısı da yazmış. Sonra 20 yıl sonra gitmiş, o hatıralarının olduğu yerde otelin balkonuna bi çıkmış ki —bi satır geldi zaten şarkıyı onun üzerine kurdum- hatıralarımın üzerine oteller yapmışlar diye.” Alanson’un belki biraz nakde ihtiyacı var veya belki de Cumhurbaşkanlığı tarafından Müzik-Kültür alanında dağıtılan ödüllerden birini ve/veya Necip Fazıl Büyük Ödüllerinden birini falan kapmayı kafasına koymuş. Ama en başta mütedeyyin kesim bu tür basitlik, banallık, şapşallık ve sersemliklere fırsat vermemeli.

Bir de şu var; acaba dindar kardeşlerimiz hâlâ Kaptan Cousteau’nun “Cebelitarık'taki 'sıcak su/soğuk su' karışmama olayı zaten Kuran’da yer alıyormuş, bunu öğrenince şok oldum ve hemen Kelime-i Şehadet getirdim” demesi, Neil Armstrong’un “Ayda ezan sesi duyunca birden Müslüman oldum” demesi veya bazı çiçeklerin yapraklarında ve balıkların pullarında (3 çizgi ve 1 yuvarlak simge şeklinde) Allah lafz-ı şerifinin belirmesi ve/veya bunak ve alkolik bir şarkıcı olan Mazhar Alanson’un (o ağır ses tonuyla) “ben bu şarkıyı âşık olduğum veya sadece bir gecelik yattığım kadına değil, Kâbe’ye yazdım aslında vallahi billahi, Ak Partiye gönül ve oy veren gençler” demesi gibi yalan, söylenti ve soytarılıklara mı bel bağlıyorlar?

Mesela birazdan Trump, Putin, Beyonce veya Elon Musk “İslam iyi bir din, aslında Kuran okudum ve beğendim, Hz. Muhammed muhteşem biri” diye bir tweet atacak olsa, dindar neslin içindeki inanç ışığı biraz daha mı kıpraşacak? Gerçekten gönüllerindeki “iman” bu kadar mı zayıf? Eğer öyleyse, küflenmiş bir maneviyatın eşlik ettiği çok acı bir ruh hali...

Öte yandan, bir araştırmaya göre 1948-2007 yılları arasında 11 milyon Müslüman öldürülmüş. Müslümanların %97’si yine Müslümanlar tarafından katledilmiş… (35.000 Müslüman İsrail tarafından öldürülmüş). Bu da işin ayrı bir yönü...

Büyük bir ihtimalle bir gün gelecek, Erdoğan emekli olduktan sonra anılarını yazacak. Bir gün, yine muhtemelen vefatından çok sonra, bu anılar yayınlanacak. Göreceğiz ki şu gibi satırlar yer alacak o günlüklerde; “Ben sadece Türkiye toplumunun gereğini yaptım. Türkiye’yi en iyi benim yönetebileceğimi düşünüyordum ve çoğunluğu avucumun içerisinde tutmamın tek koşulu, çeşitli kutuplaşmalar yaratmak ve safları sıklaştırmaktı. O yüzden hep bu ideolojik propaganda üzerine oynadım. Elbette çok daha kuşatıcı ve merhametli bir lider de olabilirdim ama o zaman taban dağılır, gereken gücü kaybederdim. Ben siyaset ne gerektiriyorsa, yalnızca onu yaptım…”

Tabii sadece bir umut...