Kaç gündür etrafımda gördüğüm herkese sürekli aynı cümleyi tekrar ediyorum.  İnsanların yüzüne sinmiş karamsarlık, gözlerindeki fere çökmüş olan umutsuzluk öyle belirgin biçimde kendini dışa vuruyor ki, koca bir coğrafya yas evini andırıyor. Herkesin dilinde aynı soru: Bundan sonra ne olacak?

Kimsenin buna vereceği tatmin edecek bir yanıtı yok. Ülke baştan başa şiddet sarmalında debelenirken umutsuzluğa karşı ben Edip Cansever’e sığınıyorum. “Umudu dürt, umutsuzluğu yatıştır…” diyor ya Mendilimde Kan Sesleri şiirinde, işte o dizeye! Bu dizeyle tanımlıyorum son günlerde kendimi, tüm sohbetlerde bu dizeyle dik durmaya çalışıyorum. Adorno, Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz, deyip karanlık günlerde şiire burun kıvırsa da, şiirden damıtılan ruhun bizi ayakta tutacağına inanıyorum.

Evimin üzerinden yirmi dört saat uçan F-16 savaş uçaklarının alçak uçuşları camlardan çok yüreğimi titretse de umudumu kıramayacak. Barışın tadını aldık bir kere. Ne görkemli bir gündü! Diyarbekir Newroz Parkı hınca hınç dolmuştu. Halklar bahçesinin her rengi sahneye çıkan Pervin Buldan ile Sırrı Süreyya Önder’in İmralı’dan getireceği mesajı merakla bekliyordu. Mesaj okunduğunda otuz yılı aşan bir savaş son buluyor, bin yıllık kardeşlik yeniden diriltiliyordu. Umut büyüyordu, barış büyüyordu, aşk çoğalıyordu…

Nitekim öyle de oldu. Üç yıl boyunca kimsenin burnu bile kanamadı. Ekonomi gelişti, hayat güzelleşti. Gece yarıları Dağkapı Meydanında, Sur’da ciğer kebabı yemenin zevkini yaşadık. Polis görünce korkmadan geçmenin tadını aldık. Ortak vatanda eşit yaşamanın düşüne inandık. Sonra Kürtler birden kırmızı elmayı yemek istedi. Seçimlere bağımsız değil de parti olarak girme hakkını kullanmak istedi ve düşler, kâbusa dönüşmeye başladı. Şimdi sorudur: HDP seçimlere parti olarak girmeyip otuz-kırk milletvekili alsaydı, iktidar bu kadar üzerine gider miydi? Bunca can kaybeder miydik?

Barışı gördük, tadını aldık; umudu gördük ve yaşadık. 2013 Mayıs’ında Sabancı Üniversitesi’nden Prof. Dr. Leyla Neyzi ile TV için bir röportaj yapmıştım. Leyla Neyzi Türkiye’nin sayılı antropologlarındandır. “Özgürüm, Ama Mecburiyet Var” adlı bir sözlü tarih çalışmasını kitaplaştırmıştı. Bu çalışmasında Diyarbakırlı gençler ile Muğlalı gençlerin yakın geçmişte yaşanan çatışmalı ortam hakkında ne düşündüklerini derinlemesine araştırmıştı. Türkiye’nin doğusu ve batısındaki gençler, yani Kürtler ve Türkler birbirleri hakkında ne düşünüyorlardı, sorusuna yanıt aramıştı. Yanıt umut vericiydi, gençler barış sürecinin etkisiyle olumlu düşünüyorlardı. Sormuştum: Bir gün çatışmalı sürece dönülürse ne olur?

Leyla Neyzi, sesi titreyerek, “Umarım dönülmez, barış süreçlerinin başarısızlığı umutsuzluğu ve güvensizliği beslediği için daha fazla kan ve öfke getirir.” demişti. Tam da şimdilerde içinde bulunduğumuz ahvali tarif etmişti.

21 Mart 2013 Newroz’unda gördüğüm o barış coşkusu samimiydi. Siyasetin kulvarlarında neler döndüğünü elbette bilemem, ama dizelere ve tanrıya inandığım kadar Kürtlerin ve Türklerin samimiyetine inandım, inanıyorum. Bu umutsuzluğu, bu kirli savaşı elbirliğiyle durduracağız. Bundan sonra ne olacak diye soranlara, umutsuzluğa kapılanlara Edip Cansever’in o ölümsüz dizesiyle sesleniyorum:  “Umudu dürt, umutsuzluğu yatıştır…” İşte o zaman kardeşlik, eşitlik, özgürlük gerçek baharını bulacak.