“Yem verdiğim güvercinlere imrenerek bakmam

Gökyüzüne olan düşkünlüğüm sanılmasın!

Bir devrimcinin aşkla çarpan kalbinedir inancım.”

Demiştim o gün. Akşamüstü kızıllığı surların üzerine nazenin bir Mezopotamya mimozası ahengiyle inerken demiştim bu sözleri. İlk şiir kitabım “Cebimdeki Çakıl Taşları”na da aldığım bu dizelerde artık hazin bir hikaye var:

Sürgün ayrıldığım kadim Diyarbakır’a 2002’de mahkemeyi kazanarak geri dönmüştüm. Olağanüstü hal yönetimleri o vakitler saçma sapan gerekçelerle birçok memuru “sakıncalı” görerek bölge dışına sürüyor, böylece ıslah ettiğini sanıyordu. Oysa ben memur olmadığım halde dershaneme olağanüstü hal valiliği kararı gönderilmiş ve görevime son verilmesi istenmişti. Döndüğüm ilk gün uzun zamandır ayrı kaldığım Diyarbekir Sur’larına çıkmak istemiş ve insan ruhunun o sınır tanımaz hırçınlığıyla arkadaşlarımdan önce tırmanmaya başlamıştım. Bu heyecanım orada güvercinlerini uçuran çocukları ürkütmüştü.

Surların binlerce yıllık azametine sırtımı dayayarak yüzümü güneşe dönmüş ve var gücümle Ahmed Arif’in “Bir ben bileceğim oysa ne âfât sevdim, bir de ağzı var, dili yok Diyarbekir kalesi” dizelerini haykırmıştım. Benden sonra surlara nefes nefese çıkan arkadaşlarımla Hevsel bahçelerinin Akdeniz maviliğini andıran gökyüzünde dans eden güvercinleri izlemiştik. İlk o zaman güvercin beslemenin ne denli zevkli olduğunu keşfetmiştim. Bana gülümseyerek bakan kızıl saçlı çocuk, her güvercinin adını tek tek söylüyor, özelliklerini anlatıyordu. Arkadaşlarım ise güvercinlerin pahalılığını sorguluyordu, ki çocukların güvercin fiyatlarıyla ilgili iddia ettikleri rakamlar gerçekten şaşırtıcıydı. Ben en yüksekte uçan ve üst üste taklalar atan bir güvercini hayranlıkla seyrediyor ve her indiğinde onu yemle ödüllendiriyordum.

Kızıl saçlı çocuk “Abê senin gözün çok yükseklerde galiba, bak aşağıda da güzel kuşlar var, onları niye görmisen?” diyerek iki boncuk tanesini andıran gözlerini gözlerime dikerek baktı. Aslında benden cevap beklemiyordu; ama yukarıdaki sözler dudaklarımdan dökülüverdi. Ona gülümseyerek bakıp “kejo”(Kızıl) dedim. Ve orada dostluğumuz başladı.

Sonraki yıllarda birçok kez birlikte surlarda güvercin uçurduk. Güzel bir okulda okuması için çok teşvik ettiysem de asi ruhu bir güvercin kanadına takılmış uçuyordu. Yoksul olduğu halde çalışmayı da parayı da sevmezdi. Derin dostlukların, hesapsız hayatların serüvencisiydi adeta. Surların her taşını, her gediğini bilir, mevsimine göre bulutların gökyüzünde hangi şekli alacağını bildiğini iddia ederdi. Diyarbakır’dan ayrıldığım yıllarda her telefon açışında “Hoca abê, kuşların sana selamı var. Özliler seni” diyerek şakalaşırdı. Hep gökyüzüne bakardı, gökyüzüne bakmaktan gelirdi.

Kaç gündür Surların dibine yıkılan kenti görmeye gidiyorum. İş makinaları, kamyonlar yıkılan kentin molozlarını taşıyorlar. Surların dibindeyim, üstüne çıkmaya cesaretim yok. Çünkü Kejo orada, tanrıların ve bilgelerin dile geldiği kadim Mezopotamya’nın gökyüzünde beyaz bir barış güvercini olmuş süzülüyor.