Türkiye’ye ait askerî bir keşif uçağının Suriye tarafından vurularak Akdeniz’e düşmesinin üzerinden 24 saatten fazla geçti.

Ben yazıya oturduğumda, “bir uçağımızın Suriye tarafından düşürüldüğünün” ötesinde bir açıklama yapılmamıştı.

Kimse, ne olduğunu, uçağın nerede, niye düşürüldüğünü bilmiyor.

Hükümet, toplantı üzerine toplantı düzenliyor ama tatmin edici bir açıklama yapmıyor.

Ben, izin verirseniz, meseleyi kavramaya çalışırken bir soru sormak istiyorum.

Şu âna kadar hâlâ kendilerine ulaşılamayan pilotlarımızı da sayarsak biz son zamanlarda Akdeniz’de kaç kişi kaybettik?

Dokuz insanımızı Mavi Marmara’da İsrailliler öldürdü.

İki pilotumuzu da Suriye vurdu.

Benim bilebildiğim kadarıyla Cumhuriyet tarihi boyunca, Akdeniz’de bu kadar kısa zamanda bu kadar çok insan kaybetmedik biz.

Cumhuriyet tarihi boyunca olmayan “işler” neden şimdi birdenbire olmaya başladı?

Neden insanlarımız bu kadar rahat, bu kadar pervasızca öldürülebiliyor?

Üstelik de neden bunlar “Cumhuriyet tarihi boyunca en güçlü olduğumuz dönem” denen dönemde oluyor?

Benim tahminim, “en güçlü olduğumuz dönem” inancıyla, “öldürülen insanlarımız” arasında kuvvetli bir bağ olduğu yolunda.

AKP iktidarının artık karakteristiği hâline gelen “gücünü abartma” hastalığının bir sonucu olarak bu kayıpları verdiğimizi sanıyorum.


“Bize kimse dokunamaz”
inancıyla yola çıkıp, “dokunulduktan” sonra da şaşırıp kalıyoruz.

Mavi Marmara’ya İsrail’in “dokunamayacağı” inancıyla o gemiyi yola çıkardılar.

İsrail, hem de uluslararası sularda insafsız bir baskınla insanlarımızı öldürdü.

Kabul edelim ki bu normalde bir savaş nedenidir.

Bir devlet, o insanları yola koyduğunda bunun sonuçlarını hesap eder ve insanlarına saldırıldığında bunun cevabını “askerî” olarak vermeyi de baştan düşünüp planlar.

Savaşamayacaksa, hem insanlarını kaybedeceği, hem de utanacağı bir işe girişmez.

Aslında en doğrusu, “savaş” ihtimalinin bulunacağı ortamları hiç yaratmamaktır, durduk yerde bir savaş ihtimaliyle karşılaşmak bir iktidarın akıllıca hareket etmediğini gösterir.

Biz insanlarımızı kaybettik, biraz bağırıp çağırıp, o ölümleri sineye çektik.

Mavi Marmara, Türkiye’nin “dokunulabilir” olduğunu bütün dünyaya gösterdi.

Bir devletin saygıdeğer ve güçlü olabilmesi için böyle kolay “dokunulabilir” de olmaması gerekir, dokunulabilir bir hâldeysen, başkalarının dokunabilecekleri ortamları baştan yaratmazsın.

Sanırım, Suriye’nin uçağımızı düşürmesinde de aynı durumla karşı karşıyayız.

Bizim uçağın Suriye’nin “hava sahasında” ne aradığını kimse açıklayamıyor.

Suriye, bizim uçağın “hava sahasına girdiğini ve alçaktan uçtuğunu” söylüyor.

Doğru mu söylüyor bilmiyoruz ama bu açıklamayı Türkiye henüz yalanlamadı.

Bir askerî keşif uçağını başka bir ülkenin hava sahasına göndermek, o ülkeye “meydan okumaktır”, eğer o ülke silahlı bir ayaklanma yaşıyorsa ve sen bu silahlı ayaklanmayı destekliyorsan, bu “meydan okuma” ciddi bir boyut kazanır.

Belki yanılıyorum ama benim tahminim, bizimkiler “Suriye bizim uçağımıza dokunamaz” inancıyla keşif uçağını o bölgeye gönderdi.

Suriye, bu meydan okumaya daha beter bir meydan okumayla cevap vererek uçağı düşürdü.

Normalde, kimse “hava sahasına” girdi diye uçak düşürmez çünkü bu “savaş” nedenidir, Suriye o uçağı düşürerek “savaşı” göze aldığını hem Türkiye’ye hem dünyaya ilan etmiş oluyor.

Galiba, Suriye’nin en kuvvetli destekçilerinden olan Ruslar da Akdeniz’de Türkiye’ye bir tokat daha atılmasını istediler.

Şimdi birdenbire savaşın eşiğine geldik.

Uçağı düşürüldüğünde sesi çıkmayan bir ülke olmakla, berbat bir savaşa girmek arasında kendimizi sıkıştırdık.

Savaşın Suriye’ye bedeli ağır olur.

Ama savaşın bedeli Türkiye için de ağır olur.

Ülkenin bir ucunda Kürt savaşı devam ederken, karakolların basılırken bir de Suriye ile savaşa girişmek Türkiye’yi çok zora sokar, ayrıca ekonomiyi, turizmi, Akdeniz kıyılarını da perişan eder.

Suriye füzenin düğmesine bastığı anda “savaşı göze aldığını” deklare etti, ilişkiler bu kadar gerginken o uçağın “yanlışlıkla” vurulabileceğine, başkalarını bilmem ama ben kolayından inanmam.

Böyle bir emri Beşşar Esed’den başkasının verebileceğini de hiç sanmıyorum.

Peki, biz ne yapacağız?

Ne yaparsak yapalım bizim için kötü bir sonuç verecek.

Hiçbir sonucun lehimize olmayacağı bir açmazın içine girdik.

Ya aşağılanacağız ya savaş denen o korkunç felaketi yaşayacağız.

Türkiye “akıldışı” bir yöntemle, gereğinden fazla böbürlenmelerle, palavralarla yönetiliyor, bazı yöneticiler, kendi uydurduklarına kendileri inanıyor.

Aşağılanmak utandırıcıdır ama gene de savaşa bulaşmamayı, genç insanların öleceği işlere girişmememizi tercih ederim.

Bu kriz belki atlatılır ama Türkiye bu akılla yönetilmeye devam ederse korkarım bizim başımız belaya girecek, bu akıl toplumu belaya götürecek bir akıl çünkü.

Umarım AKP bu bitmez tükenmez saçmalıklarından vazgeçip aklını başına toplar yoksa kötü bir gelecek bekliyor bizi.