Nedir bir insanı yaşadığı toprağa bağlayan?
Orada doğmak…
Büyümek, yaşamak…
Ekmeğini kazanmak…
Ve ölmek mi?
Atalarının köklerinin bağlı olması mı?

Peki vatandaş olmak için neye ihtiyaç var?
Damarda akan “çoğunluk” kanına…
İnanılan aynı Tanrı’ya…
Konuşulan ortak dile…
Binlerce yıla uzanan “tek” tarihe mi?

Bunların hepsini birden sağlayamıyorsanız, işte o zaman “yarım vatandaş” olursunuz bu ülkede. Sivil hayatta vali olamazsınız mesela, askerde “önemli” mevkilere getirilmezsiniz. Size tam olarak güven duymaz başkent. Her an bir ihanetinizi bekler içten içe. En zayıf düştüğü anda sizin “kendiniz gibiler”in desteği ile kuracağınız kumpası görür kabuslarında. Zaman zaman uyanır, paranoyasından sıyrılıp “açılım” yoluyla irtibat kurmaya çalışır. Ancak bu bir kısır döngüdür sürüp giden. Bundan kurtulmanın yolu yok mudur? Vardır elbet.

Ne zaman silip atarsanız size ait “farklı” olanı, işte o zaman en “has” adamları oluverirsiniz onların. “Yanlış” yoldan vazgeçmiş, “doğru” yola girmişsinizdir. “Hoş görülecek”, idare edilecek değil böbürlenecek birisinizdir artık.

Son dönemdeki “Yahudi açılımı” iddiaları bu gerçeği hatırlattı bir kez daha. Var mı, yok mu hala bilmiyoruz aslında. Ne Kürt açılımı, ne de sekteye uğrayan Ermenistan ile normalleşme süreci gibi açık seçikti olup biten. Belki tesadüftü peş peşe gelen olaylar, belki de işleme konan bir planın parçası. Ama bu tartışma bile gösterdi ki bu ülkede azınlık olmak elde her an kullanıma hazır bir koz olmaktır. Hele de akrabalarınızın kurmuş olduğu bir ülkeniz varsa…

Mesela şarkı mı söylüyorsunuz, üstelik de başarılı mısınız? Ama azınlıktan geldiğiniz anda durum değişiverir. Asla başarınız nedeniyle gönderil(e)mezsiniz yurtdışına. Önce başkaları tarafından bu kararın arkasında bir neden aranır. Ardından onlar susar, siz başlarsınız benzer soruları sormaya: Bu ülkede o kadar “has” vatandaş şarkıcı varken sistem neden sizi seçmiştir? “Acaba kullanılıyor muyum” diye düşünmeden hemen dağıtıverirsiniz kaygı bulutlarını söyleyiverirsiniz çoğunluğun duymak istediği sözleri. Sadakatinizi sonuna kadar belli ederek, üstüne basa basa “Ben Türk’üm” diyerek…

Ya da işadamısınızdır mesela. İşinizde başarılısınızdır. Çok badireler atlatmışsınızdır doğduğunuz, büyüdüğünüz, ekmek kazandığınız, emek verdiğiniz topraklar için. Ama gelin görün ki asla inandıramazsınız kendinizin buraya ait olduğuna. Azcık geçmiş uygulamaları eleştirmeye başlasanız hemen uyarırsınız kendinizi, savunmaya geçersiniz, “Hitler’den kurtardı İnönü, Varlık Vergisi’ni de affettim böylece. Eğer bizi Hitler’e verseydi sabun olacaktık.” diye. Yani ölümü görüp sıtmaya razı olursunuz…

Bu da yetmez asla. “Benim gidecek başka ülkem yok” sözünü tekrarlarsınız bir kez daha. “İsrail filan diyorlar, bırak şimdi. Benim İsrail’de bir tane akrabam yok. Bizim vatanımız Türkiye’dir, bitti.” diye yanıtlarsınız size sorulan soruları. Belki sağır kulaklar bir gün duyar da ikna olur diye…

Ağzınızı açıp yahu “Trakya olaylarını neden aydınlatmıyorsunuz?” demezsiniz mesela ya da Naziler’in emriyle kurulduğu iddia edilen “Balat Fırınları” için konuşamazsınız. 2. Dünya Savaşı döneminde Boğaz’dan geçirilmedikleri için batan ve batırılan, aç susuz gelinen ama “misafirperver” Türk limanlarında kötü muamele gören gemiler ise söz konusu bile olmaz, olamaz.

Peki neden susarsınız bu konularda? Yaşamak için, sadece hayatta kalmak için. Bunun için de hep bir temenni ile bitirirsiniz sözlerinizi aslında her şeyi anlatan: İnşallah çocuklarım sulh içinde yaşarlar.