Rahip (namı diğer pastör) Brunson “Ajanlık, PKK ve Fetö adına suç işlemek” ile ve 35 sene hapis istemiyle yargılanıyordu. Uzun süredir yaşamakta olduğu İzmir’de 20 ay hapis yattı. Bu senenin başından itibaren birden Trump’ın gözüne battı, bu konuyu gündeme getirmeye başladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan 11 Ocak 2018 tarihini taşıyan bir demecinde şöyle dedi; “Bu fakir bu görevde olduğu müddetçe, o teröristi alamazsın!”. Doğrusu genellikle tüm dünya liderlerine haddini bildirmesi ile haklı bir ün yapan ve nam salan Erdoğan’ın Trump’a ilk sert çıkışlarından biriydi. Fakat bakınız burası çok önemli, bizim bu kararlı ve dik duruşumuz neticesinde, ABD Türkiye’ye karşı tüm kozlarını oynamaya başladı, kartlarını bir bir açtı, her fırsatta ve her mecrada sıkıştırdı. Sonuç itibariyle, Brunson Cuma günkü duruşmada (beklendiği gibi) serbest bırakıldı, yarım saat içinde evine uğrayıp eşyalarını toplayıp eskort eşliğinde ve eşiyle birlikte havalimanının yolunu tuttu. Almanya aktarması esnasında Amerikan bayrağını öperek duygusal anlar yaşadı. Memleketine döndükten hemen sonra ise, beklenen Trump-Brunson buluşması gerçekleşti. Brunson diz çöktü ve bir elini Trump’ın omzuna koyarak onun için dua etti. Türk halkı için asla olumsuz konuşmadı, Türkiye’yi çok sevdiğini birkaç kez yineledi. “Türk cezaevlerinden Beyaz Saray’a” ana başlığı altında bütün dünyanın canlı canlı izlediği bu görüşmede Trump’ın ifadelerinin satır aralarını okumakta fayda var...

Peki, ne dedi Bay Trump? Maalesef bağımsız ve yüce Türk yargısına hiç değinmedi. Açıkçası Türkiye’deki yargı bağımsızlığı ve hukuk kurumlarının özgür iradesinden, hukuk normlarının sağlamlığından da nedense pek dem vurmadı. Onun yerine; “Türkiye için de, Erdoğan için de kolay değildi. Müzakere ettik. Fidye ödemeyeceğimizi söyledik. Serbest bırakılmazsa, çok kötü şeyler olacak dedik. Daha önce çözülmemiş olması beni şaşırttı” dedi. Kime ‘fidye’ ödenir (veya ödenmez). Teröristlere. Trump Türkiye’yi açıkça bir terör devleti yerine koyuyor ve bu terör devletinin başkanı üzerinde baskı kurmak suretiyle rahibi alıp ülkeye getirdiğini ima ediyor. Ayrıca ABD’nin 11 Eylül sonrası ortaya çıkan “Amerika teröristler ile pazarlık yapmaz” sloganı meşhurdur. “Pazarlık yapmadık ve vatandaşımızı çekip aldık, kurtardık, zaten aksi düşünülemezdi“ demeye getiriyor. “Çok kötü şeyler olacak dedik” cümlesi ise yoruma bile gerek bırakmıyor. ABD Başkanı Trump yukarıda belirtilen bu beyanları ile hür ve bağımsız bir başka devleti, üstelik sıkı dostu, stratejik müttefiki ve bir NATO ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti ve onun başkanını tehdit etmiş olduğunu ikrar ve itiraf etmiş oluyor.

Doğrusu tüm dünya ile beraber canlı yayında izleme durumunda kaldığımız bu sözler ve görüntüler en basit ve yalın bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşını dahi rahatsız ve rencide etti. Oysa anlaşılan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yelkenleri çoktan suya indirmişti. Kaçınılmaz bir biçimde alttan almayı tercih etti. Erdoğan: “Sayın Başkan Trump, her zaman vurguladığım gibi Türk yargısı kararını bağımsız bir şekilde verdi” şeklinde bir tweet attı. Reis’in ufku delen bakışları, dünyayı titreten sertliği ve kararlılığı ancak 10 ay sürebilmişti...

Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının kazandığı zaferler ve yeni bir Türk devleti kurulması ve ardından kurucu liderin vefat etmesinden sonra, ne yazık ki Türkiye-ABD ilişkileri hep aşağılamalar ile doludur, kültürel bir asimilasyon ve Türkiye’nin ABD’nin ekonomik ve kültürel bir sömürgesi haline getirilmesi odaklıdır. Senelerce basın tarafından bile halktan saklanacak seviyede küçültücü ifadeler içeren Johnson mektubundan çuval hadisesine kadar bu aşağılamaların çoğunu yaşadık, yaşamadıklarımızı ise okuduk ve dinledik. Son dönemde ABD’nin Türkiye’ye karşı dostluğunu herhangi bir şekilde gösteren bir emare mevcut bulunmadığı gibi, düşman olmadığına işaret edecek bir olgu ve gelişme bulmak aynı nispette zor. ABD askeri olarak olduğu kadar, kapitalist dünyanın ekonomik sistemini kuran, yöneten ve yönlendiren de bir güç. Bu gerçekliği kabul ederek bir onur ve haysiyet mücadelesi vermek için çabalamak da bizim ki orta sıklet ülkelerin en temel sorunu. Bu dengeyi sağlamaya çalışırken, gereksiz ve zamansız artistlik ve efelenmelerden kaçınmak yine bizim lehimize olur, zira her seferinde muhatabımızı gıdıklamaya çalışırken, ezici bir yumruğu tepemizde buluyoruz...

Brunson’un uğurlanması sonrasında, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu: “Yaptırım ve tehditler çözmez, yargı çözer demiştik. ABD vatandaşları dokunulmaz değildir” dedi. Zamanında Almanya ve Hollanda’yı ‘dize getiren’ Çavuşoğlu’ndan daha makul bir yorum beklenirdi. Vatan Partisi lideri Doğu Perinçek’in yorumu şu şekildeydi: “Türk yargısı PKK’ya yardım ve yataklık yapan Rahip Brunson’u mahkûm etmiştir”. Perinçek bilindik kişiliğini sergiledi...

CHP lideri Kılıçdaroğlu’na sorulduğunda ise, “Önce bir kararı görmemiz lazım…” dedi ve usulca gitti, ortadan kayboldu ve sonrasında da herhangi bir yorum yapmadı. Hatırlatmak gerekir ki dünyayı sarsan, dünya medyasının ve uluslararası kurumların gözlemlemek için akın akın geldiği ve Türkiye’yi bu ölçüde ilgilendiren Brunson davasını ve duruşmalarını bir CHP milletvekili bile takip etmedi. Türk seçmeninin %20-25’inin oyunu alan bir partinin başındaki şahsın bu kadar suskun kalması, hiçbir konuda suya sabuna dokunmaması ve eleştirecek gibi olduğu yerlerde “böyle bir şey olabilir mi, doğru bulmuyorum” tümcesini yinelemesi gerçekten çok acı. Eminim ki Türk siyasi tarihi yıllar sonra Ak Partinin başarısı ardındaki en büyük itici gücün CHP olduğunu yazacaktır. Türkiye’de muhalif olan ve/veya olduğunu iddia eden kesimler ilk önce bu tür köhne partiler yerine ciddi ve etkin bir hareket oluşturmaya yönelmelidir. Bunun dışında, ağlayıp sızlanmanın ve ezikliğin kitabını yazmanın hiç kimseye bir yararı olmadı ve olmayacaktır... Bakınız, gerçekten burası çok önemli...