Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerini bilmeyenimiz yoktur. Hangi gazeteye baksanız sürekli cinayet haberleri ile karşılaşıyoruz. Aynı durum TV'ler için de geçerli. Siyasi- sosyal sınıf çatışmasından kaynaklanan, yani sınıf düşmanını öldüren insanların haberleri değil bunlar. Kendi yakınını, kendi aile bireylerini gözünü kırpmadan, tereddütsüz öldüren insanların haberlerini okuyoruz veya izliyoruz.

Örneğin basit bir trafik kazasında bile, birbirinin canına kastedenler, savaşa gider gibi bıçak ve satırlarla maça gidenler, düğün ve asker uğurlamalarında havaya kurşun sıkan magandalar, ayrıldıkları eşlerini sokak ortasında katleden erkekler, çocukların ırzına geçen sapıklar, eşine elektrik akımı vererek işkence eden caniler, hanımının üzerine benzin döküp yakan vicdan yoksunu insan müsveddeleri, lokantadaki hesap yüzünden adam öldüren katiller, hayvanların üzerine araçlarını sürüp onları ezip geçen sadistler, bana benzemiyorlar vehmine kapılıp öz çocuklarının başını keserle parçalayan barbarlar... Bütün bunlar ne yazık ki, içinde yaşadığımız toplumun gerçekleri olarak yaşam kalitemizin belirleyici etmenleri olabilmiştir.

Bu olaylar cinnet kelimesinin dilimizde pelesenk olmasına neden oldu adeta. Çünkü o kadar sıklıkla duymaya başladık ki bu cinnet kelimesini, herkes cinnet geçiriyor. Bu kelime iyice aklımıza yerleşiyor ve biz buna giderek alışıyoruz... Alıştırılıyoruz.

Konunun sosyal ve toplumsal analiz boyutuna geçmeden evvel, öncelikle cinnet nedir, ortaya çıkış nedenleri nelerdir, onu bilmekte fayda var diye düşünüyorum. Günlük yaşamda ''cinnet geçirmek '' olarak biliniyor ve kullanılıyorsa da aslı, ''cinnet getirmek''tir. Kelime Osmanlıca olup, cin tutulması ya da delilik anlamına geliyor. Psikolojide bir tür sinir krizi tanımlaması olarak kullanılıyor...

Esasen, ciddi psikolojik sorunu olanlarda görülen cinnet durumu bazen hiçbir sorunu olmayan insanlarda da ortaya çıkabiliyor. Özellikle ağır baskı altında kalmak, kendini aşağılanmış hissetmek, yaşadığı olumsuz durumdan çıkış yolu bulamamak gibi kişinin kendisini çok dar alanda sıkışmış hissettiği ya da kendini ifade etmekte çok yetersiz kaldığı durumlarda tetiklenebiliyor ve bu insanlar beklenmedik anda ve ağırlıkta şiddet olaylarına yönelebiliyorlar. Bu durumda şiddeti, cinnetin toplumsal travmaya yol açan en ağır boyutu olarak tanımlayabiliriz.

Cinnet getirmenin veya toplumsal şiddet kültürünü, bir ülke olarak içinde yaşanan krizlerin, siyasi ve sosyal gelişmelerin, sürekli bir savaş tehdidinin neredeyse günlük yaşamın bir parçası olduğu gerçeğinden ayrı tutamayız. Çünkü, sosyal, siyasal ya da ekonomik tüm olumsuzluklar toplumu doğrudan olumsuz olarak etkilemektedir. Bu durum insanların psikolojik durumlarında tedavisi zor hasarlara yol açıyor. Nüfusun ekonomik krizlerle mücadele etmesi, artan işsizlik oranları, toplumu bir arada tutan kültürel ve sosyal değerlerdeki ciddi aşınma insanların hem birbirlerine hem de içinde yaşadıkları topluma olan güven duygularını tehdit etmektedir. Gelecek endişesi yaşamak bir anlamda bugüne tutunamamaktır. Çünkü canlılar için en önemli tehdit unsuru, kendi varlığını ve neslini sürdürmesine, yani hayatına yönelik olarak oluşan tehditlerdir. Bu açıdan savaşlar, ekonomik krizler, işsizlik, geçim sorunu gibi sosyal koşulların yoğun yaşanıyor oluşu o toplumun bireyleri için en büyük tehdit olarak algılanmaktadır. Bu da doğal olarak beden ve ruh sağlığı üzerinde son derece olumsuz etkilere yol açmaktadır.

Yaşadığımız olaylar ve geldiğimiz nokta maalesef insanların birbirine olan saygı ve sevgi yerine maddi değerleri olan ve satın alınabilen tüketim araçlarının geçtiği ve birbiriyle olan insani ilişkilerinin nerdeyse yok olmaya yüz tuttuğu günler haline geldi. Bunun asıl nedenini yaşanan toplum düzeninin emek - sermaye çelişkine dayalı, her şeyi metalaştıran kapitalist toplum yapısı olduğu gerçeğidir. Çünkü; ''Kapitalizm bir meta uygarlığıdır. Her şeyi metalaştırıyor, paralılaştırıyor, şeyleştiriyor. İnsan ve toplum yaşamının tüm veçhelerini metalaştırıyor, birer ticaret nesnesi, parayla alınıp satılan şeyler haline getiriyor. Canlı olan ne varsa ölü metalara dönüştürüyor. Kapitalizmde metalaşmamış olanın bir varlığı, bir 'değeri' ve önemi yoktur. İşte bu durumun sonucu olarak bir meta fetişizmi ortaya çıkıyor. İnsanla insanın emeğinin ürünü olan şeyler arasındaki ilişki tersyüz oluyor. Esasen fetişizm, şeylerin (objelerin) insanların yerini aldığı reel bir olgudur. Başka türlü söylersek, fetişizm bir tür ideoloji değil, kapitalizmin bir gerçeğidir...'' ( Fikret Başkaya, Çöküş. Yordam yayınları sayfa 25)

İşte her şeyin metalaştığı kapitalist toplum koşullarında insanlar arasındaki gelenekçi toplum diye tarif edebileceğimiz feodal ilişkilerde bile kısmen var olan sevgi, saygı ortamının giderek yok oluşu ve zamanla ortaya çıkan eşitsizlik, eğitimsizlik, sorunlarını çözememe hali, cinnet ortamının oluşmasında en belirleyici nedenlerden biri olmaktadır.

Toplumsal cinnettin diğer şeylerin yanı sıra, yoksulluktan, cehaletten (kişilerin yetersiz eğitiminden) bağımsız düşünemeyeceğimiz gibi, yine bu argümanların temelinde kapitalist toplum gerçeğinin yattığını kabul etmemiz gerekir. Kapitalist toplumun sözcülerinden yoksullukla mücadelenin ne kadar önemli olduğunu çok sık duyarız. Oysa kapitalizm dahilinde yoksullukla mücadele mümkün değildir. Yoksullukla mücadele retoriği yoksulları aldatmak içindir. Toplumun çok büyük çoğunluğunun eğitimsiz bırakılması, toplumun en geri, en ilkel, en yoz alışkanlık ve geleneklerinin kapitalist toplumun devleti burjuva devlet tarafından sürekli besleniyor olması, toplumda cehaletin sürekliliğine temel teşkil etmektedir. Öyle ya, bilgisiz, cahil insanları yönetmek çok daha kolaydır. Bunun da en iyi yöntemi din fenomeni olmuştur. Özellikle sanayi devrimini yapamamış, siyasi literatürde üçüncü dünya ülkeleri denen ülkelerde dinin yaygınlaştırılması, eğitim müfredatı yoluyla devlet tarafından toplumsal hayatın vazgeçilmesi olarak dayatılması (Milli Eğitim Bakanı'nın açıkladığına göre önümüzdeki yıldan itibaren matematik ve felsefe seçmeli, din ve ahlak dersi zorunlu olmaya devam edecek) bu görüşümüzü doğrular niteliktedir. Zira din, bir şeyi anlama veya bilgi edinmenin ötesinde bir şeydir. Din, bir şeyi anlamak değil, onu bilgisizce ve anlamaksızın kabullenmedir. Bilmeyi değil imanı, adanmayı ve tapınmayı vurgular. Din, insanların ne yapıp ne yapmayacaklarını kutsal kitap ve peygamberlerin söz ve tutumları ile belirler, onların gücüyle onları toplumda egemen kılar. Bu anlamıyla da dinin amacı, insanın anlamakta güçlük çektiği özellikle manevi konular ve yaratıcı hakkında inanca dayalı bilgi ve insanın bu bilgiler doğrultusunda yaşamını sürdürmesini sağlamaktır... İşte, kapitalizm dinin bu özellikleriyle sürekli uzlaşmış ve hatta ülkemizde olduğu gibi Diyanet İşleri Başkanlığı'nı kurarak onu kurumsallaştırmıştır.

Öte yandan insan ilişkilerinde önemli bir kıstas olan eşitlik olgusu, sosyalist toplum düzeninin temelidir. Sosyalist toplumda eşitlik kavramı, bir arada yaşayan bireylerin birbirleri arasındaki sevgi ve saygı ortamının da temelidir.

Burada sosyalist toplumu, konumuzla ilgili olduğu yönleri ile tanımlamak gerektiğini düşünüyorum:

Sosyalist toplumda bireyler gelecek endişesi taşımadan varlığını sürdürür. Sosyalist toplumda, işsizlik, pahalılık, açlık, yoksulluk gibi temel sorunlar olmaz. Sosyalist toplumda, insan yaşamının temel değerlerinin gelenekçilik, dini ritüeller, doğaüstü güçlerin belirleyiciliğine inanarak olay ve olguları kavramaya çalışmak gibi inanç merkezli düşünmek yerine, tamamen bilimin rehberliği ile insan yaşamına yön verilir.

Yukarıda söylediğimiz gibi eşitlik sorununun kavranabilmesi sosyalizm açısından fazlasıyla önem taşımaktadır. Çünkü sosyalizmin eşitlik anlayışı, sadece fırsat eşitliği öngören liberal yaklaşımdan özsel biçimde ayrılır. Fırsat eşitliğinin varlığı, toplumda mevcut olan yapısal eşitsizlikler ile çelişmez, aksine bu anlayış toplumsal eşitsizliklerin normal kabul edilmesine dayalıdır. Amaç insanların toplumsal hiyerarşinin farklı basamaklarına nasıl geleceğinin, doğum gibi aristokratik ilkelerle önceden belirlenmemesidir. Böylelikle tüm bireylerin aynı koşullarda rekabet etmesini sağlayan bir biçimsel eşitlik koşulu sağlanacağına inanılır. Sosyalist toplumun eşitlik talebi, tüm toplumsal hiyerarşilerin kaldırılmasını savunur. Sosyalistler, yasa karşısında eşitlik sağlamakla yetinen biçimsel anlayışın ötesine geçmek istediği için bu kavrayış tam eşitlik anlayışı olarak adlandırılır.

Bu bağlama sosyalistlerin özgürlük anlayışı, eşitliğin gerekleriyle özgürlük arasında bir denge kurmayı gerektirir. İnsanlar arasında eşit ilişkilerin yokluğu durumunda özgürlüğün esas olarak güçlü olanın zayıfı ezmesi anlamına gelir. Sadece insanların davranışları önüne engel konması anlamındaki negatif özgürlük yaklaşımı, sosyalistler açısından yeterli olarak kabul edilemez. Bu haliyle özgürlük bir tür seçme özgürlüğü, veya girişim özgürlüğü olmanın ötesine geçmeyecektir. İnsanların kendilerini gerçekleştirebilmeleri için esas olan bireylerin seçim yaptıkları koşulların içerdiği eşitsizliklerin giderilmesidir. Bu bağlamda, sosyalistlerin pozitif özgürlük anlayışına daha yakın olduğu ortadadır. Yani sosyalistler için bu özgürlük ve eşitlik kavramları arasında bir çelişkiden çok, bir tamamlayıcılık ilişkisi mevcuttur.

Sosyalizme göre, insanlar içinde yaşadıkları toplumsal ilişkiler tarafından şekillendirilir. Bu yüzden toplumun birey karşısında varoluşsal bir önceliği vardır. Bu durumda bireylere belli bir şekilde davranmaya iten sabit ve zorlayıcı bir insan doğası olduğu varsayımı sosyalist düşünce tarafından kabul edilemez. Sosyalizmi eleştirenler, insanları bencil veya kendi çıkarlarını gözeten aç gözlü varlıklar olarak kabul ettikleri için sosyalist düşüncenin savunduğu eşitlik anlayışının insan doğasına aykırı olduğunu düşünürler. Oysa sosyalistler söz konusu insan anlayışlarını belli toplumsal ilişkilerin sonucu olduğunu kabul ederler. Toplumsal ilişkiler değiştiğinde insanların da sonuç olarak değişmesi mümkündür. Zira, insan içinde bulunduğu toplumsal koşulların ürünüdür. (Karl Marx) Anlaşıldığı gibi sosyalizm, insanlığın geleceği konusunda oldukça iyimser bir bakış açısına sahiptir. Bu bakış açısına göre insanların eşitliğe doğru gidişi tarihin genel eğilimini temsil eder. Dolayısıyla sosyalizmin eşitlik ilkesi üzerinden ilerleme inancını daha da derinleştirdiğini söylememiz yanlış olmaz.

Görüldüğü üzere eşitlik, özgürlük, toplumun öncelliği, sınıflar, emek gibi bir dizi sosyalist kategorinin tutarlılığı ve birliği toplumsal ilerlemenin tayin edici özelliği olabilmektedir.

Yazımızın en başında belirttiğimiz insanlardaki toplumsal cinnet halinin, özgürlük, eşitlik, bireylerin düşünsel yaşamına yön veren etmenin bilimin ve felsefenin tayin edici oluşu, toplumdaki sevgi, saygı ve karşılıklı dayanışma olgusunun temel olarak var olduğu sosyalist toplum koşullarında imkansız olacağı ortadadır.

Oysa kapitalizm koşullarında insanların kendilerine yabancılaşması neticesinde insan olmak değil, (eşyaya) sahip olmanın temel düstur olduğu ve çoğu zaman da sahip olamamanın getirdiği bunalım, ayrıca yoksulluk, işsizlik, gelecek kaygısı, düşünsel dünyada din ve gelenekçiliğin egemenliği, eğitimsizlik, bireylerin umutsuzluk ve mutsuzluğu, onların cinnet halinin en temel belirleyici zemini olabilmektedir.