Son iki ayda meydana gelen ve bizi sarsan bazı olayları hatırlamak için kısaca başlıklarına değinelim: Depremler, Başkentgaz-Kızılay-Türgev üçgeni, çığ felaketi, salıver-tutukla, Suriye Savaşı ve şehitler tepesi.

Evet, Suriye savaşı… Her ne kadar, ‘Suriye’de savaş yok, meclisten savaş kararı çıkmadı’ dese de muhalefet; kararın çıktığını sabah namazına giden herkes öğrendi, namazını bile kıldılar. Camilerde Fetih Sûresi binlerce defa okundu; ABD, AB ve NATO’dan izin ve yardım çıkmayınca, Allah’tan izin ve yardım dilendi. Ve muhalefetin bundan haberi yok. Onlar hala önlerine gelecek tezkereyi beklemekteler. Bu ne böbürlenme, bu ne kibir… Kendilerini haşa haşa, daha üstün görmelerini neye bağlamalı (!).

Yarın yapılacak ikili görüşmeler sonucunda, savaşsız bir ortamın tesis edilmesinin sağlanmasına çalışılacağı yönünde karar alınacağına olan güvenim tamdır. Ne var ki, bunu açık açık söylemeleri mümkün değil. Normal hallerde barışın ilanı davulla zurnayla olurken, bu defa farklı olur. Barış ilan edip onu halkına açıklayabilmek her yöneticinin harcı değildir. Asmaktan, kesmekten; Halep’ten, Şam’dan, Emevi Camii’nden bahsederken; birdenbire durulduğu tutarsızlığını nasıl anlatacağına karar verip, halkın çoğunluğunu inandırmak zor. Barış görüşmesi olmasını dilediğimiz bu görüşmelerin, bir saati barış için ayrılmışsa, üç saati de bunun nasıl anlatılacağı hususuna ayrılacağına inanırım. ‘Savaşa son veriyoruz, ancak iç kamuoyunda itibarımız için bir süre yine gürlememizi çok görmeyin.’ diyebilme cesareti ve konusu diplomasilerde pek yer bulmaz. Bu vesileyle tercümanların zorlanması muhtemeldir. Böylece görüşme süresinin uzaması olası bir durum.

Bu görüşmelerin sonucunu barış umuduyla beklerken, bir de bakmışsınız, muhalefet, ‘savaş kararı mecliste alınmalıydı. Bu kararın, Fetih Sûresinin okunarak alınmasının, Allah’ın, dinin, Kuran’ın ve halkın manevi değerlerinin politikalara alet edildiğini’ dillendirmiştir. Oysa din milletin dini, Allah’ına yalvarmayacak da ne yapacak.

Dinin savaş emrettiğini söyleyerek halkın manevi duygularını şahlandırmak kolay. Çünkü ülkenin ve dünyanın gerçeklerini onlar bilmez. Karşı karşıya olunan politik sarmaldaki birlikteliğin ekonomik, askeri ve lojistik gücünü bilmedikleri halde; sadece dini gerekçeler ileri sürerek, iman kuvvetiyle halkı savaşa sürmek, dinin politik amaçlara alet edilmesidir. Bilgilendirilmiş halkın savaşa onay vermesine ise karşı çıkılmaz. İşte o zaman halk istedi denir. Aksi durum, Nazilerin, sadece seçimle başa gelmiş olmayı ileri sürerek; “bunu onlar istedi’ demelerine çıkar.

Ancak, Allah’tan dilediğimiz gerçekleşmezse; durumdan, Allah’ın bizden yana olmadığı anlamı çıkaran olursa; o zaman karşı tarafın haklı bizim haksız olduğumuz anlamı çıkmaz mı? Bu durumda halkın Allah’a olan inancını zedelemiş olmaz mıyız? Bunu dedirtmek, düşündürmek inancı zorlar. Ya da ‘nerde bizde bunu düşünecek Müslüman,’ diyorsanız, o başka mesele.

İşi Allah’a havale ettikten sonra dileğimiz yerine gelmiyorsa, etraflıca düşünmek gerekmez mi? Biz nerede hata yaptık denmez mi? O, en çok güvenilen Allah bile bizi galip getirmediyse, kime güvenilebilir ki? Neyi sorgulayacağız? Ya da hiçbir şey sorgulamadan pısırıklaşmamız gerektiğine mi inanacağız? Neyi sorgulayacağız? Dini mi, kendimizi mi?

Sorgulanması gerekenin din olmadığı, dinin her pazarlığa ön koşul olarak sokulmamasıyla anlaşılabilir. Halk duasını edip en iyi dileklerle yakarırken, mecliste doğru yolu gösterebilecek aklıselim bir insanın fikirleri savaşın seyrini değiştirebilir. Seçilmişlerin içinde okumuşluğuna, yazmışlığına, diplomasi bilgisine ve diplomasına güvenilecek yüzlerce milletvekili vardır. Aklın ve bilimin ışığında günü anlayıp geleceğe hazırlanılabilirdi böylece. Yüzyıllarca tembellik yapıp, geri kalmışlıkla dine sığınıp başarı beklemeyi dine yüklemek, dinle saygısızlıktır. Dinin pazarlanmasıdır.

Bir ülkenin en büyük sermayesinin o ülkenin insanları olduğuna inanırım. Nüfusun az ya da çok olmasıyla alakası olmayan bir durum. Ülkede genç nüfusun fazla olması anlamında da değil. Barışık bir halk topluluğu… Birlik ve beraberlik maksatlı… Nüfus, yaşlıların çokluğundan da oluşabilir. Bizde durum çok farklı… İçerideki didişmeyi bitiremeyen, çözemeyen, dışarıda itibar kaydedemez. Temel sorunlarımızı görmezden gelmekle çözüldüğü yanılgısını fark etmemiz bile sorunlu. Çözemediğimiz sorunların başkalarının çözmesine er ya da geç izin verileceğinden kimsenin şüphesi olmasın. Yaşarken gördüklerimiz hep bunu doğruluyor. Bu sorunlar didişmelerin, didişmeler savaşların kaynağını oluşturur.

Bu da başka bir yazı konusu.

Ancak merak ettiğim bir konu: Savaşın adını “bahar kalkanı” koyunca, savaş savaş olmaktan çıkar mı? Ya da Meclisten onay alma ihtiyacını mı ortadan kaldırır?