Elbette gerek Türkiye ile Erdoğan ve gerekse ABD ile Trump Suudi Arabistan’ı ve kralını karşısına almayacaktır. Daha geçen sene Suudiler ile Amerikalılar arasında 110 milyar doları savunma (silah) siparişleri olmak üzere, 350 milyar dolarlık anlaşma yapılmıştı. İşte bu durum kilit noktayı oluşturuyor. Zaten Trump dün son derece açık sözlü bir şekilde “Kaşıkçı hakkında duyduklarım tatmin edici değil, ancak yatırımları kaybetmek istemiyorum” ifadesinde bulunmuştu. ABD’nin saygın gazetelerinden Wall Street Journal’a konuşan Türk kaynaklar ise “Hemen olayı açıklamak istemedik. Zengin ve güçlü bir krallığı karşımıza almaktan çekindik” sözlerini kullanmakta hiç tereddüt etmediler. Yani olay gayet açık ve net, anlaşılması bir o kadar kolay. Yeterince paran, bağlantıların ve siyasi gücün varsa, dünyanın her yerinde her türlü cinayeti işleyebilir, zorbalıkta bulunabilirsiniz. ABD Başkanı Roosevelt döneminden bu yana yaklaşık 70 senedir Suudi petrollerinden yararlanma karşılığında, ABD Orta Doğu’da Suudi Arabistan’ın çıkarlarını koruyor. Üstelik buna ilaveten, Suudi Arabistan da İsrail için bir kalkan görevini görüyor. Uluslararası camiada “MBS” olarak tanınan ve muhtemelen önümüzdeki 50 sene Suudi Arabistan’ı yönetecek olan Prens zaten hâlihazırda “Bir daha asla böyle bir şey yaşanmayacak” garantisini verdi ve çok yakın iki ismi, Asiri ve Kahtani’yi görevden alarak kendince bir nevi jest yapmış oldu. Canlı canlı izlediğimiz ve tümüyle gerçeklere dayanan bu suikast filmi sona erdi, bize de şimdi sadece Kaşıkçı’ya rahmet ve yakınlarına sabır dilemek düşüyor...

1 yıldır iddianamesi bile hazırlanmadan hapiste tecritte tutulan ve medeni bir ölü haline getirilen Osman Kavala’nın iki suçunu tespit edebiliriz, birincisi papaz ve misyoner olmamak, ikincisi ise elbette ABD vatandaşı konumunda bulunmamak. Bir bildiriye imza attı diye yıllardır yaşayan ölü durumunda kalan ve korkudan tir tir titreyerek hayatlarını sürdürmeye çalışan akademisyenlerimize ne demeli? Cemal Kaşıkçı’nın başına gelen baskı, zulüm ve ölüm her an pek çok ülkede herhangi bir fikir adamı veya gazetecinin başına gelebilir. Sicili en kötü olan ülkelerden biri de kuşkusuz biziz. Dünyaca ünlü Ekonomist dergisi 2010 yılında bizim demokrasimize “melez demokrasi” diyordu, 2018’de “otoriter rejim” ve seçimden sonra ise “seçimle gelen otokrasi” adını verdi.

Dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına gireceğiz derken, 16. sıradan 18. sıraya düştük. Türkiye dolar cinsinden tahvil ihraç ediyor, 4-5 ay öncesine göre 2 kat faiz veriyor. Buna 3 kat talep geliyor ve Bakan Albayrak bunu büyük bir başarı gibi çıktığı her platformda gururla ilan ediyor. Acaba talepte bulunanlar Türkiye’ye çok güvendikleri için mi yoksa bu yüksek faizden faydalanmak için mi geliyorlar. Toplumsal akıl bunu da bir düşünsün... Daha bu yılın başında 3,5 olan dolar, şu an 5,7 ve Sayın Cumhurbaşkanımız “sağlam durduk, hüsrana uğradılar” diye zafer açıklaması yapıyor. İroni ve trajikomedinin zirvelerinde duran bir ülkedir Türkiye...

Türkiye’de yetersiz muhalefet var demek yanlış olur, zira muhalefet hiç yok. Bağımsız muhalifler Levent Kırca, Metin Uca veya Levent Gültekin gibi isimlerin Cumhurbaşkanı aday olmasıyla bir yere ulaşmaya gayret ediyorlar. MHP zaten yavru iktidar ortağı ve CHP de malum Ak Partinin değirmenine su taşımaktan başka bir işlev ifa etmeyen bir parti niteliğinde. Bahçeli özellikle başkanlık seçimlerinin ardından pek çok konuda Ak Parti’ye şantajda bulunmaya çalıştı ve bunu kısmen başardı. Rant ve ihale cambazlıkları konusunda pek iyi anlaşmışlarsa da, Ak Parti ile MHP arasında en son af ve ant noktasında birtakım fikir ayrılıkları ortaya çıkmıştı. Bahçeli en azından yerel seçimlerde ittifakı bozma restini çekti, Erdoğan ise hemen Bahçeli’den sonraki grup toplantısında topu hafifçe göğsünde yumuşattı ve çok işine yarayan bu ittifakı bozan veya buna sebep olan taraf olmayacağını gösterdi. İttifakın bozulması halinde, Erdoğan ve Ak Parti mecburen İyi Parti ve HDP’ye yanaşmak için çabalayacaktır. Kendisine yeni bir ortak bulmakta zorlanmayacağı kesin ve bildiğimiz pragmatik ve profesyonel siyasetçi Erdoğan, “doları 7,20’den 5,70’e biz düşürdük, biz” söylemi ile bile halkı inandırır, oyların en az yarısını öyle ya da böyle toplamayı başarır... Bundan sonra “demokratik” seçimler Türkiye’de birer prosedür ve formaliteden ibarettir...