Bugün kamuoyunda şöyle bir algı oluşmuş durumda. Seçimle birlikte her şey iyiye gitme potansiyeli taşırken PKK birdenbire şiddeti arttırarak barışın yolunu tıkadı.

Bu tesbitten giderek PKK’nın bunu neden yaptığı üzerine çeşitli değerlendirmeler yapıldı, yapılıyor. Kandil, Öcalan’la yolunu ayırmak istiyordan, bir çeşit “bağımsızlık savaşının” başlatılmasına ya da Suriye’nin (ya da İsrail’in) Erdoğan’a misilleme yapmasına kadar çeşitli senaryolar üzerine düşünceler ileri sürüldü, sürülüyor.

Doğrusu insanların böyle senaryolar üzerine düşünmesinin mantıklı bir yanı olduğu kesin. Çünkü sahiden her iki taraf bakımından da açıklanmaya muhtaç noktalar var. Ama bu kadar bilgisizlik içinde birinin diğerini suçlaması gibi bir yaklaşım sorunun zorluğu da dikkate alındığında kolaycı bir yaklaşım olmaktadır.

Hele hele birbirlerine güvenmemeyi esas alan “Türk-Kürt ilişkilerinin tarihi” dikkate alınmadan barışa giden yolu kimin tıkadığına karar vermek mümkün değildir. Ortada böyle güvensizlik üzerine kurulmuş bir “tarih” varken barış yapmak o kadar kolay mı? Dolayısıyla da dün barışa çok yakındık bugün PKK yüzünden uzağız yaklaşımı doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü bu ifade, tersini de Kürtler arasında çağırmakta ve barıştan uzaklaşılmasının günahını bu hükümet nezdinde Türklere yıkmakta.

Bu nedenle de konu birbirlerine güvenemeyen iki toplum kesiminin varlığı ve onların ilişkileri olunca, bu “birbirine güvenememe” halinin sonucu olarak ortaya çıkan olumsuzlukları yalnızca bir tarafa yıkmak isabetli bir tutum olamaz. Eğer bugün barıştan uzaklaştıksa bu yalnızca Kürtlerin değil Türklerin de yaptıkları, üstelik de yalnızca bugün değil dün de yaptıkları yanlışların bir sonucudur demek daha tutarlı bir yaklaşım olacaktır. (Eğer burada illa da birinin sorumluluğu diğerinden fazladır deme ihtiyacındaysanız, o zaman bu ihtiyacın her iki taraf açısından da meşru bir ihtiyaç olduğunu da kabul etmeniz gerekecektir.)

Buradan, denklemi eşit kurarak kendime bir mesafe yaratıp tırnak içinde “objektif” bir pozisyon üretmek değil niyetim. Ama eğer “olanı” gerçekten “nasıl oldu?” diye anlamak diye bir derdimiz varsa bu “barıştan uzaklaştık” halinin asıl nedenlerinin iki toplum arasındaki ilişkilerin “tarihi”nin belirlediği bir çerçeveye ait olduğunu görmemiz gerekir. Ancak böyle bir tutumla “birbirlerine güvenmeme” esası üzerinden kurulan ilişkilerin bir tarafında olup diğer tarafa fatura çıkarmaktan kurtulup, bu “güvenmeme” halinin giderilmesi için yapılması gerekenler üzerine kafa yormak mümkün olabilir ki bu sorunun buna ihtiyacı olduğu da çok açık.


Ancak böyle bir çaba, ne “dengeli” bir “objektif” pozisyonun ve ne de karşı tarafın suçlanması üzerine kurulmuş bir itirazın rahatlığını vermeyerek soruna katkıda bulunmayı mümkün kılabilir.

Kürtler bu toplumda kendilerini mağdur hisseden kesimlerden biridir. Mağduriyet birilerinin birileriyle ilgili uygun gördükleri ve o nedenle kullandıkları bir kavram değildir. Mağduriyet, başkalarıyla ilişkilerinde kendilerini öyle hisseden insanların kendi durumları için kullandıkları bir kavramdır. O nedenle de “özsel” değil “ilişkisel”dir. Dolayısıyla da içinde ne olduğu da yine o insanların takdirine kalmış bir konudur.

Kürtler, Türklerle ilişkilerinde kendi kimlikleriyle ilgili yaşamak isteyip de yaşayamadıkları konuların varlığı nedeniyle kendilerini mağdur hissediyorlar. O nedenle de mevcut sistemin (siyasal ve kültürel olarak) kendi mağduriyetlerinin giderileceği bir biçimde değişmesini istiyorlar. Böyle bir talep siyasi ve meşru bir taleptir.

Ancak bu talebin ifade edilme tarihi, ve bu tarih içinde oluşmuş güvensizlikler bu taleplerin mevcut siyasi sistem içinde kabul edilmelerini önlüyor. Bu nedenle de barıştan yana olan Türklerin, Kürtlerin, kendilerini nasıl tanımlıyorlarsa öyle tanımlayanların bugün için yapmaları gereken bu sorun etrafında oluşmuş “güvensizliklerin” giderilmesine ilişkin bir çaba içinde olmaları.

Kim barışın önünü tıkadı sorusunun peşinden gitmek ise yeni güvensizlikler üretmekten başka bir işe yaramayacak bir yol olacaktır.