“Kimlik” dediğimiz “hudayinabit” bir şey değil. Yani doğuştan kazanılmıyor. Doğuştan kazanılan yalnızca “etnik kimlik”. Türklük, Kürtlük, Çerkeslik, Lazlık gibi. Diğer bütün kimliklerimiz ise aslında “kültürel”. Yani toplum içinde yaşanırken kazanılmış. Sünnilik, Alevilik gibi ya da Fenerbahçelilik, Galatasaraylılık gibi. Ya da solculuk sağcılık gibi. Her ne kadar ulus-devletler, kendi çatıları altında yaşayanları tek bir “vatandaş” kimliği altında tanımlayarak kimliklerin çoğulluğunun yaratacağı farklı talepleri ve yaşam tarzlarını uyumlaştırmaya çalışmışlarsa da geldiğimiz nokta itibariyle başarılı olabilmiş de değiller.
Bugünün dünyasında, ulus-devlet çatısı altında yaşayan farklı kimlikler kendi kimliklerinin de yaşanabilir olmasını talep ediyorlar. “Vatandaşlık hakları” dediğimiz haklarla yetinmeyip kendi kimliklerinin yaşanabilmesine ilişkin hakları da talep ediyorlar. Bu ise “grup hakları” dediğimiz henüz ulus-devlet çatısı altında çözülememiş haklar konusunu gündeme getiriyor.
Grup hakları konusunda dünyada siyaset bilimcileri arasında bitmez tükenmez tartışmalar var. Kendi sınırları içinde kendi kimliksel taleplerini yerine getirilmediği için 30 yıldır mevcut devletle savaşan bir “grup”u, yani bir “kimliği” olduğu hâlde Türkiye’nin bu “grup hakları” konusunu tartışmıyor olması da bana ilginç geliyor.
Liberal demokrasiye inananlar açısından bakınca, tarihte, kendi çıkış gerekçesi, “aristokrasinin” özel ayrıcalıklı haklara sahip olamayacağı iddiası olan bir siyasi ideolojiden bugün “grup hakları” konusunda anlayışlı davranmasını beklemek çok zor. Ama her türlü dışlanmışlığa karşı çıkan, dolayısıyla da “birlikte yaşama” anlayışına sahip sol ve demokratlar açısından bu böyle değil.
Çünkü her şeyden önce demokrasi, insanların sosyal ve siyasi kurumlara katılımını gerektiren bir siyaset tarzı ve zihniyetidir. Eğer bir ülkede kimlikleri nedeniyle baskı ve mağduriyet yaşayan ve bu nedenle de demokratik mekanizmalara ve demokratik hayata katılamayanlar varsa bu durumda “grup hakları” çerçevesinde bu mağduriyetlerin giderilmesini her şeyden önce demokrasiyi geliştirecek, onu bir adım daha içerikli hâle getirecek bir yaklaşım olarak görmek gerek.
Evet, anlıyorsunuz konuyu yine Kürt sorununa getirmiş oldum. Silahların konuştuğu bu günlerde kimsenin “bireysel haklar” mı “grup hakları” mı gibi bir konuyu anlamlı bulmayacağını biliyorum. Hatta bu minval üzere konuşanlara “Görmüyor musun Kürt siyaseti şiddeti tercih etti, bu bir kurucu şiddettir, onların istediği ayrı bir devlet kurmaktır” deneceğini de biliyorum. Doğrusu bu iddialar da meşru iddialardır ama, Kürtleri Türklerden uzaklaştıran ve ayrılma fikrini teşvik eden mağduriyetleri ve dışlanmışlıkları “grup hakları” çerçevesinde gidermeden Kürtlerin sahiden ayrılmak isteyip istemeyeceklerini de bilmemiz pek mümkün değildir.
Yukarıdaki “sorunsal” bizim kadim sorunumuz olan Kürt sorunu çerçevesinde yaşadığımız kadim bir sorun da değildir. Aksine bugünün dünyasında, “vatandaşlık” ve “bireysel haklar” üzerinden yükselen “temsili demokrasi”nin “kimlikler toplumu”nda tıkanmışlığı “sorunsalı”dır da. O zaman bu tartışmadan şöyle bir noktaya da geçebiliriz. Baskının hissedildiği, “grup hakları”nın yaşanamadığı bugünün “temsili demokrasileri”nde kimliklerin kendi içlerine kapanarak şiddet biriktirmesi bir kaçınılmazlıktır. O nedenle de şiddetin sona erdirilmesi ve kimliklerin şiddetten uzaklaşması kimlik taleplerinin yaşanan demokrasilerde ne ölçüde gerçekleştirilebildiklerine bağlıdır.
“Bunlara elimizi verince kolumuzu alamayız” mantığıyla Kürt sorununa yaklaşmak çok arkaik ve gelenekselci bir yaklaşımdır. “Biz kimseye özel haklar veremeyiz, herkes kanunlarla vatandaşlara verilen haklarla yetinsin” diyerek de bu sorunu çözemeyiz. Sorunun çözümü, belirsizlikler içerse de Kürtleri ve diğer bütün dışlanmışları birlikte yaşamaya davet eden, “grup haklarının” tanındığı yeni ve katılımcı bir demokrasi yaratmaktan geçiyor.
Bizi yönetenlerin “çapları” ve “kıraatlerinin” bunu başarıp başaramayacağını ise yakında göreceğiz.