İnsan, bu olup bitenlere baktıkça bu olup bitenleri bugünün terimleri ve siyasi perspektifleriyle anlamaya çalıştıkça anlaşılması zor bir durumla karşı karşıya kalıyor. Çünkü bunca yıl, “homojen” bir “ulus”a dayanmadığı hâlde “ulusmuş” gibi yaşamayı başarmış bir toplumun, şimdi nasıl oluyor da bugün “ulus”luğu tartışılır hâle geliyor anlamak kolay değil.

 

Eğer toplumumuzdaki farklı kimliklerin birbirleriyle ilişki kurmaktaki zorluklarından gidersek Türkiye toplumunun toplum olmakta zorlanan bir toplum olduğu kanaatine varabiliriz. Yan yana yaşayan ama aralarındaki farklılıkları korumaya çalışan bir toplumsal dokumuz olduğu açık. Türklerle Kürtler arasında ya da Çerkeslerle Türkler ve/veya Kürtler arasında, Sünnilerle Aleviler arasında ya da Sünnilerle Hıristiyanlar arasında ya da Süryaniler arasında... Bu farklılıkları daha da arttırmak mümkün tabii ki.

 

Denebilir ki bu farklılıklara benzer farklılıklar bütün toplumlarda görülse de farklılıkların yanısıra ortak noktaların çokluğu bu farklılıkların farklılık olarak hissedilmesini önler. Bunun yanısıra eğer varolan “demokrasi” farklılıkların yaşanabilmesinin yanısıra eşit vatandaşlık haklarını da güvence altına alan bir demokrasiyse çok ciddi sorunlar da ortaya çıkmaz. Bu durumda “ulus-devlet” çatısı daha korunaklı olacağından farklılıkları olan insanlar birlikte yaşamayı seçerler ve “ulus-devlet”, ulus-devlet olarak yaşamaya devam eder vs.

 

Ama galiba bizde durum farklı.

 

İnsan bizde olan bitene bakınca, varolan kavgaların yalnızca bugünün kimlik kavgaları olmadığını aynı zamanda Cumhuriyet’in kuruluşundaki farklı kimliklerin “farklı Türkiye hayalleri” arasındaki “dondurulmuş” kavgalar olduğunu anlıyor. Özellikle bugün “laik kemalist kimlik”le “İslami kimlik” arasında olanla, “Türklerle” “Kürtler” arasında olan kavgalar bence bu nitelikteki kavgalar. O nedenle de her ne kadar bugün bu kavgaları Tayyip Erdoğan’ın ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun kişilikleri üzerinden ya da devletin ve PKK’nın üzerinden izliyor olsak da aslında bu kavgalar Cumhuriyet’in kuruluşunda halledilememiş ve bu nedenle de “parantez” içine alınmış kavgalar. Cumhuriyet öncesinde “Osmanlıcılar”, “İslamcılar”, “Türkçüler” , “Garpçılar” gibi fikir ayrılıkları olarak o günlere yansımış bu farklı “Türkiye hayalleri” bugün “laik siyaset”, “İslamcı siyaset” ya da “Kürt siyaseti” olarak güneşin altında yerlerini almış görünüyorlar.

 

Gördüğüm bir istatistik bu tür kimlik kavgalarının ne tür kayıplara neden olacağını oldukça çarpıcı bir biçimde özetliyor: 1945-1999 arasında 25 tane “devletler arası” savaş olmuş ve bu savaşlarda üç milyondan fazla insan ölmüş (tam rakam 3 milyon 330 bin ölü). Aynı zaman diliminde 73 ülkede 127 iç savaş olmuş (bunlardan 25’i 1999’da hala olmaktaymış) ve bu savaşlarda 16 milyon insan ölmüş. Bu sayıya yer değiştirmeler nedeniyle kaybolan ve hastalıktan ölenler dâhil değilmiş. Bu savaşlarda ya da çatışmalarda kaybolan refah ise dünya ülkelerinin gayrısafi milli gelirlerinin yüzde 8’i imiş.

 

Bugün, Laik-İslamcı ve Türk-Kürt ekseninde süren kavgalar aslında bu parantezin kapatılması için yapılan kavgalardan başka bir şey değil. Verdim ama biliyorum ki yukarıdaki sayıların hiçbir önemi yok. Kimse bu sayıları görmeyecek, görse de aldırmayacak. Çünkü varolan “Türkiye hayallerimiz” bu sayıların gerçekliğinden daha önemli.

 

Ne yazık ki...