Kısa bir süre önce, çeşitli medya kurumları tarafından Belçika ve Almanya'ya davet edildim. Türkiye gündemine dair söyleşilere, Tv programlarına katıldım. Bu programlar sırasında kurduğum iletişimlerle gezim boyunca çokça gözlem yapma fırsatım oldu.
İlk olarak Almanya’ya gittim. Bindiğim uçak, Erzurum'dan, Konya'dan ya da Tekirdağ'dan İstanbul'a gelen bir uçak havasındaydı. Uçaktaki herkesin Türkiyeli olduğunu söyleyebilirim. Türkiye Havayolunu pek yabancılar kullanmıyor sanırım. Bir anda paramızın ne halde olduğunu çok geçmeden fark ettim. Türkiye’de satılan en ucuz küçük bir şişe su uçakta 3 Euro’ya satılıyordu.
Uçağım indi ve ilk iletişimim Alman bir polisle oldu. Takdir edersiniz ki polisin bizler için anlamı pek iç açıcı değil. Tavırları yine üstten bakan şekildeydi. Sanırım bu meslek her yerde aynı..
Vizeme bakan polisin “Paranız var mı?” sorusuna cevaben çıkardığım kredi kartını gördükten sonra cebimdeki nakiti neden önemsemediğini daha sonra anladım. Almanya'da kredi kartı almak çok zormuş. Alman bankaları, bizim ülkede şemsiye vererek kredi kartı dağıtan bankalara hiç benzemiyormuş.
Kapıdan herhangi bir sorun yaşamadan çıktım. Beni sadece ismen bilen bir kadın arkadaş çıktığımda beni tanıdı. Sanırım Ermeni olmanın getirdiği karakteristik özellikleri taşıyan çok belirgin bir profilim var. Bir de itiraf etmiş olayım. Hakkımda hiç soruşturma ve mahkeme olmamasına rağmen, HDP yöneticiliğimden sonra çıktığım ilk yurt dışı gezisinde acabalarım vardı. Kapıdan çıktığımda gülen bir yüzün karşılaması, yaşadığımız travmaları tekrar hissettirdi.
İlk durağım Artı Tv idi. Kanal, sanayi mahallesi gibi alandaydı. Etrafında hemen gözüme çarpan binalar oldu. Şu bina Hitler zamanında şuydu ile başlayan sözler duydum. Daha sonra Tv çalışanlarıyla tanıştım. “Aaaa! Hoş geldin Murad yoldaş” diyen gençleri hemen tanıdım. Özellikle İstanbul il yöneticiliği basın komisyonunda görev yaptığım dönemde tanıştığım ya da bir nedenle beni arayan soran, röportaj yapan neredeyse tüm arkadaşlar hepsi oralarda. “Peki neden Avrupa?” diye soruyorsanız hala, çok safsınız…
Biraz ortama ısındıktan sonra -aman ailem duymasın- sigara içmek için dışarı çıktım. Dışarıda benim gibi mola veren Ahmet Nesin ve geçmişte İran’da gazetecilik yapan Kürt bir arkadaşı gördüm. Peki sizce İranlı ve Türkiyeli bir gazeteci neden Almanya'da çalışıyorlardı? Hadi gelin bunu biraz tartışalım. Bir diğer soru da neden Avrupa?
Ahmet Nesin'in son günlerdeki beyanatlarını sordum. “Abi, hayırdır? Niye vatandaşlıktan çıkmak istiyorsun? Senin soyadın bile bu coğrafyada önemli.” Cevabı gerçekten iç acıtıcıydı. “Yayınevimden kitap çıkarmama izin vermiyorlar. Bandrol almak için gittiğimde adımın çizildiğini görmüş, oğlum.”
İranlı arkadaşla yarım yamalak İngilizcemle sohbet etmeye çalıştım. Ermeni olduğum için İran'da alkol alınan Ermeni evlerini konuştuk ilk. Oradaki Ermeni yerleşim yerlerini anlatmaya çalıştı. Daha sonra yaşadıklarını dillendirdi. Özgür olamamanın İran versiyonunu dinledim.
Her yerde bir tanıdığı görmeye başladığımı fark ettim. İstanbul'u bilen arkadaşlar, İstiklal Caddesi’ne çıktığınızda dostları görmek gibi bir şey olduğunu anlayacaklardır. “Nasıl yani? Abartıyorsun” diyorsanız, bir bilet alın ve gidin derim. Epeydir görmediğiniz arkadaşlarınız karşınıza çıkacaktır.
Sohbetler, “Türkiye'de ne var ne yok?” ile başlıyor. Aslında bedenen orada ama ruhen burada oldukları o kadar belli ki. Onlara ek bir bilgi vermenize pek de gerek kalmıyor aslında. Memleketten Diaspora’ya gitmek zorunda kalsalar da buradaki yaşamlarını birebir yaşıyorlar mahallelerinde. Türkiye’deki market alışverişinin ne hale geldiğini onlara anlatmam gerektiğini fark ettim. İşsizliğin kağıt üstünde olmadığını izah ettim..
Akşam olduğunda bana eşlik eden bir dost ile Köln merkezine trenle gittik. Netlikle söyleyebilirim ki Almanlardan daha lüks yaşayan bir ülkeyiz. Tren eskilerden kalma ama sağlam. Lüks yok. Trendeki insanların elbiseleri, bizlerin günlük hayatta giydiğinden daha rahat ve daha sıradan.
Yemek için arkadaşım incelik göstererek Türk yemeklerinin olmadığı bir yere götürdü. Benimle birlikte gelen arkadaşımın 26 yıllık bir geçmişi var Almanya'da. Buna karşın Almancaya hakim değildi. Birlikte benim yarım yamalak İngilizcemle sipariş verdik. İlk karşılaştığımdan itibaren hissettirdiği duygu yıllar evvel tanışmış ve birlikte hareket etmiş gibi bir güven duygusuydu. Yıllar sonra yine kaldığımız yerden sohbet ediyor havasındaydık. Hayatı ne yazık ki coğrafyamızdaki birçok insanın hikayesiyle aynıydı.
Avrupa’yı gezerken, tarihi yok etmeyen ve onu en üste taşımaya çalışan zihniyet dikkatimi en çok çeken şey oldu. Tarihlerini onore ederken geçmişteki hatalarını göstermekten gocunmuyorlar ve bunu milliyetçi duyguları bir yana bırakarak yapıyorlar. Fark ettiğim bir diğer önemli detay ise hem Almanya’da hem Belçika'da yerel halkın azınlık durumda olmasıydı. Bu durum ülkelerini bölüyor psikolojisine de sokmamış..
Tarihsel yüzleşmeden ötürü Hitler döneminde LGBTİ'lere yapılan zulmün anıtını görmek ya da Yahudilere yapılan katliamın hafıza mekanlarını her yerde görmek mümkün. Bir arkadaşım Köln’de bir Ermeni Soykırım anıtı yaptıklarını ama bunun söküldüğünü anlattı. İzinsiz yapılmış fakat umarım kabul ettikleri bu geçmişle yine hafıza mekanları yaparak yüzleşebilirler.
Akşam geç saatlerde eve gittiğimde ilk mutluluğum, 3 Euro vermek zorunda kalmadığım içecek suyu bulmak oldu. Ertesi gün erken kalkarak etrafı keşfetmek uykudan daha ağır bastı. Sabah programları başlamadan yeşillikler içinde güne başladım.
Almanya'da çeşitli temaslarımdan sonra günübirlik Belçika'ya yol aldım. Yolda sınırı geçtiğimizi fark etmedim. Bir baktık yolda arabalarını kenara çekmiş dostlarımız. HDP'de MYK görevindeyken birlikte çalıştığım eski vekillerimiz. Bir program için Belçika'dalar. Bu arkadaşları Türkiye’de pek göremiyorsunuz, denk gelmemekten diyorsunuz, fakat ondan değil, onlar da yurtdışına gitmek zorunda kalmışlar. Yurtdışına gittiğinizde ilk fark ettiğiniz şey, ne kadar çok sayıda değerimizin diasporada yaşamak zorunda kaldığı. Yazarlar, gazeteciler, siyasetçiler... Yani düşünen ve düşündüklerini dile getiren özgürlüğün sesleri..
Katıldığım TV programında barış ve demokrasi isteğimizi, özelinde Ermeni ve azınlıkların durumunu dile getirmeye çabaladım. Program bittikten sonra ilk düşündüğüm, “Ya acaba ben Türkiye'ye giriş yapmama mani olacak bir kelime ya da cümle kullandım mı?” sorusu oldu. Tam bu esnada yine durdum ve niye bunu düşünmeliyim diye bağırmak istedim.
Fikirlerimi arkadaşlarımla paylaşırken bazen çok kısık sesle konuştuğumu fark ettim. Aslında Türkiye'de normal bir şey bu. Ama özgürce konuşabildiğin bir yerde bunu yapmak belki de kalıcı travmalarımızın izdüşümü.
Evet, yurt dışına imkan olup gidince, neler kaybettiğimizi görüyorsunuz. Dostları, aydınları, kayıplarımızı..
Bir gözlemim de şudur ki Kürtler ve Türkler bulunduğu ülkenin halkıyla etkileşime geçmiyorlar. Genel siyasete ve yaşama da katılmıyorlar. Yaşadıkları mahallelerde bizim coğrafyada yaşar gibi yaşamlarını sürdürüyorlar. Yabancı dile bile ihtiyaç duymuyorlar. Başka durumlara da ihtiyaç duymuyorlar.
Zaman bulunca yine eski dostum Ermeni bir arkadaşla buluştum. Bu arkadaşın anlattıkları da beni doğruladı: “Bizler Almanya'daki yaşam akışına hakimiz. Fakat Türkiye'den yeni gelen arkadaşlar ne yazık ki kendilerini Almanya ve hatta Avrupa'dan soyutlayarak yaşıyorlar.” Bunun nedeninin aslında diasporada olmayı içine sindirememekle ilgili olduğunu hissettim.
Kısa bir Avrupa turundan sonra kürkçü dükkanıma zaman tünelinden çıkar gibi döndüm. İçimde buruk bir sızı oldu. Dostlarım neden orada? Neden her düşüncemi normal ses tonuyla söyleyemiyorum ya da yazamıyorum?
Dönüşte uçakta yine 3 Euro’ya satılan suyun ekonomik halimizi düşündürtmesi de içimi sızlattı.
Umarım sizin de kısa bir süre sınırın özgür tarafında yer alma şansınız olur. O zaman kaybettiklerimizin değerini daha çok anlarsınız.
Ne demiş Dante: “İnsan özgür olmadan, huzurlu ve mutlu olamaz”.