“İnsan mizacı” denen şey, her işe karıştığı gibi, siyasette de bir biçimde varolur. Siyaset içinde hareket eden kişilerin hareket tarzlarını etkiler.

Bir hareketin, bir partinin “önderi” durumunda olanların epey “şişkin” denecek bir “ego”ya sahip olmaları normaldir. Kendilerine güvenleri vardır, dünyayı değiştirmeye girişecek bir cesaretleri vardır vb. Bunlarda bir eksiklik yoktur ama “tevazu” denince orada bir eksiklik ihtimali daha yüksektir. Ama bugün “önder” değil de, “taban”a daha yakın siyasî “kadro”larda mizaç konusuna göz atmak istiyorum.

Hiç önder olmayacağını bilen ve zaten böyle bir hevesi de olmayan “sıra adamları”, örneğin. Bunlar genellikle siyasî örgütlerin orta kademelerini oluştururlar. İl başkanı, ilçe başkanı, belki belediye başkanı olurlar. Bunlardan ilerisinde fazla gözleri yoktur, çünkü zaten kendilerinden üstün olduğunu baştan kabul ettikleri birilerine yaslanarak varolurlar.

Gerçek anlamda yaratıcı oldukları söylenemez. Bir “politika oluşturmak” gibi büyük çaplı işlere girişecek yetenekleri yoktur niyetleri de yoktur. Ama “büyük”lerinin ürettiği politikaların sürdürülmesi için canla başla çalışırlar. Varolan genel politikanın ayrıntılarında hattâ “yaratıcı” da olabilirler.

Örneğin “önder” evlâdı gibi sevdiği halkını alkolün zararlı etkilerinden kurtarmaya ve onu bazı kötü niyetli kişilerin iğvasından korumaya karar mı verdi, hele “tıksırma” falan diyerek bunu açığa vurdu mu? Orta kademe girişini “zenginleştirmek” üzere hemen harekete geçer. “Burası kutsal yer, burada içki olmamalı” diye, “buradan yaşı on sekizi bulmamış çoluk çocuk geçiyor” diye, “camiye kadar ölçtüm, 99 metre 38 santimde” diye genel olaya katkıda bulunur. Böyle yaparak “yukarı”nın gözüne girer. Yakınlarına anlatacak başarı hikâyesi sahibi olur.

Bir de “devrim muhafızı” mizacı var. Bunun daha “militan” bir mizaç olduğunu söyleyebiliriz. “Şunun şurasına bir de şunu ekleyelim” diye icat çıkaran orta kademe adamı bu icadından kendine de bir çıkar yontmayı ihmal etmez. Muhafız ise “kendisi için bir şey” istemez. O yasak sever. Hayatta sürekli bir şeyler yasaklanmalı, o da sürekli bu yasakların uygulanmasına gözkulak olmalıdır. Bunu yapıyor olmanın ona verdiği zevk yeterince büyüktür, başka ödül istemez, aramaz.

Aslında birilerinin zaman zaman bu yasaklara uymamasını gizli gizli ister. Çünkü yasağa uymayana karşı, hele bir de inat ediyor, düpedüz serkeşlik ediyorsa, bir şiddet uygulama fırsatı çıkar. Öyle kuru kuru “Yapma, etme” demek böylelerine yeterince heyecan vermez. Biraz da vurup kırabilmelidir ki, hayatın tadı çıksın.

Dünya tarihi boyunca “vigilante” denen “eli sopalı” adam tipi eksik olmamıştır. Osmanlı zamanında “mahalle baskını” yapılırdı. Ahlâka aykırı davranan ev (örneğin nikâhlı olmayan, namahrem erkeğin girdiği ev) basılırdı. Başta muhtar ile imam, arkalarında bir yığın adam, evi kuşatır, kapıyı yumruklar, kendi “adalet”lerini sağlarlardı. Bu, “devrim muhafızlığı”nın görece ılımlı bir biçimiydi, ama bunun çok daha kanlısı da olabilirdi. Amerika’da zenci linç eden Ku Klux Klan ve benzeri örgütler, Mussolini’nin Kara Gömleklileri, Hitler’in SA’ları, Mao’nun Devrim Muhafızları bu aynı fenomenin değişik ortamlarda büründüğü değişik kılıklardır. Bizde de böyle kendinden tayinli bir Alp Erenler grubu var. Vesile buldukça kendilerini gösteriyorlar.

Tabii genel politikanın kendisi çok önemli. Önder kendisi “yasakçı”ysa, birtakım kutsallıklar yaratıp sonra kollamaya meraklıysa, o zaman maiyetindeki “yasavul” sayısı da artar, “orta kademe işgüzârları” da küçük çaplı yaratıcılıklarını çoğaltma imkânı bulur.