Cumartesi sabahı Taraf ’ta Gürbüz Özaltınlı’nın Türkiye’de “liberal” kavramının kullanımı üstüne aklı başında yazısını okuyunca, ben de bu konuda birkaç söz etmek isteğini duydum.

Malûm, bu kavram Türkiye’de bir “küfür kelimesi” hâline geldi, getirildi. Yanlış hatırlamıyorsam Uğur Mumcu “liboş” lafını icat ederek çığırı açmıştı. Bir zaman sonra Emin Çölaşan gibileri “entel-liboş” bileşimini buldu, epey bir zaman bununla idare edildi. Sonunda, kastedilen şey, yani liberalizmin kendisi, bu yaratıcı süslemeler olmadan da küfür olarak anlaşılır hâle geldiği için, artık “liberal” demek bir “eksiklik” olmuyor, herkes anlayacağını anlıyor. Eskiden, Sovyetik Blok’ta da bu kavramın çağrışımları bu çerçeveye girerdi. Bugünün dünyasında “liberal” kavramının böyle kullanıldığı bir toplum olduğunu sanmıyorum –belki İran da öyledir.

Anlattığım bu gelişmeler yeni, ama liberalizm düşmanlığı Türkiye için yeni bir şey değil. Bir “siyasî öğreti” üzerinden siyasî polemik yapmaya başlamamızın fazla uzun bir tarihi yok: İttihat-Terakki içinden başlayıp sonra onun dışına çıkan “adem-i merkeziyet ve teşebbüs-ü şahsî” tartışmasını bir ilk olarak alabiliriz. Ne demektir bu, diye soracaksanız, bu, “liberalizm”in tanımı gibi bir şeydir. Bilindiği gibi, İttihatçı çoğunluk (yani, “merkeziyetçi devletçiler”) tarafından şiddetle mahkûm edilmiş ve fırka dışına sürülmüştür. O zamandan beri, bu ülkenin siyasî hayatına egemen olan kesimin ideolojisinde “liberalizm” ve ondan gelen, ona ilişkin her şey tehlikeli bir mikrop muamelesi görmüştür.

Abdülhamid saltanatında Prens Sabahaddin taraftarları da, ana akım İttihatçılar da, “meşrutiyet”ten yanaydı, “meşrutî monarşi” demekte birleşiyorlardı. Ama bu rejimin genel adı, fazla genel. “Nasıl bir meşrutî monarşi? Örneğin Prusya gibi mi, İngiltere gibi mi? Nasıl?”

İttihatçılar, “merkezî” diyordu. Onların ideal meşrutî monarşilerinde “monark”, Sultan Reşad gibi biri olmalıydı. İstediklerine kavuştular ve performanslarını gösterdiler.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında, “Bağımsızlık” diyenler, önceleri “Meşrutî Monarşi” diyenler gibi genişçe bir cephe oluşturuyordu. Ama, “Nasıl bağımsızlık?” Bu “bağımsız” ülke kime benzeyecek? Gene İngiltere’ye mi, Almanya’ya mı?

Mutlakiyetçi Almanya’nın savaşta yenilmiş olması bizim İttihatçılar’ın Alman siyaset felsefesinde bazı sakatlıklar olabileceği kuşkusunu yaratmadı. Çünkü “militarizm”, “devletçilik”, “korporatizm”, “merkeziyetçilik” onların “amentü”sünün nirengi noktalarını oluşturuyordu; bunlardan vazgeçmeleri imkânsızdı. Liberal siyaset memleketi bölerdi.

Mahmut Esat, Yunus Nadi, Falih Rıfkı, Recep Peker, Şükrü Kaya ve daha birçokları bu görüşteydi. Bizim Kurtuluş Savaşı yılları İtalya’da faşizmin parladığı yıllardı –Mussolini 1922’de Roma Yürüyüşü’nü başardı ve Başbakan oldu. Saydığım kadro, hepsi Mussolini hayranıydı. Otuzlarda Hitler de Almanya’yı toparlayınca bu kadro çok sevindi. Bu yıllardaCumhuriyet ’in yayın politikasını bilen bilir (sonradan unutturmak için çok çaba harcansa da). Kurtuluş Savaşı’nın sonunda “merkeziyetçiler”, “liberal” anlayışa bizim koşullarda en fazla yaklaşanları bir kere daha tasfiye ettiler. İkinci Meclis tam kadro yeni rejimin “makbul” adamları olacak “saylavlar”la çalışmaya başladı. Bu kadroların “liberalizm” dostu olmayacağı belliydi. İkinci Dünya Savaşı’nı da içine alan yıllarda bu kadro devamlı “liberal Avrupa”nın hasta olduğunu, yıkılmak üzere olduğunu yazdı, çizdi. Falih Rıfkı’nınMoskova-Roma veYeni Rusya’sı, liberalizme karşı komünizme bile sempati duyduğunu gösterir.Faşist Roma,Kemalist Tiran, Kaybolmuş Makedonya da ilginçtir.

Dolayısıyla son yılların gitgide azgınlaşan liberalizm düşmanlığında şaşılacak bir şey yok. “Yeni” bir fenomenden çok “tarihin tekerrürü” denebilir. Bu süreci özetlemeye devam edeceğim.