Balyoz kararları açıklandı ve tabii gündemin en üst basamağına yerleşti. Türkiye’nin “askerî vesayet” tarihi benim en fazla “derûn”umda hissettiğim sorundur. Tarafsız ve hattâ kayıtsız kalamayacağım bir konu. Ama bu son evreyle birlikte elim kaleme gitmedi. Niye gitmediğini, bugün Taraf’ta Demiray’ın yazısını okuyunca daha iyi anladım.

Demiray’ın hem kendi ruh hâlinin açıklaması, hem de nesnel olayı değerlendirmesi, şu paragrafında yer alıyor. Daha dün yayımlanmış yazısından alıntı yapmak çok anlamlı olmayabilir ama benim ruh hâlimi de bir ayna gibi yansıtıyor. Hem de benim yazacağımdan daha iyi yazılmış: “Bakın ben, ordunun içinde AKP hükümetini yıkmak için oluşmuş bir cuntanın varlığından, yani bir darbe teşebbüsünden zerre kadar kuşku duymuyorum. Fakat aynı zamanda darbenin adil bir şekilde yargılanmadığından da kuşkum yok, maalesef.”

Sonra bir iki somut olguya değinmiş; örneğin, yapılan “tatbikat” toplantısına gelmediği hâlde hüküm giyenler var; var da, gelen herkese “suçlu” denebilir mi? “Hükümeti devirmek için toplantı yapıyoruz, sen de gel” demiyorlar ki. Subay bu, “tatbikat” için toplantı oluyorsa gidecek. Gitti de, ne olduğunu gördü de, niye ihbar etmedi? Falan filan. Bu, bizim “hukuk” değil ama “etik” geleneğimizde, “mertliğe sığmaz”.

Yargılanan subayların hepsi, cuntanın tepesinde işi planlayan generallerle her konuda aynı fikirde olabilir, aynı değerleri paylaşabilir. Hepsi de “Mutlaka bir darbe yapılmalı” inancını taşıyor olabilir. Ama hukuk insan zihninin içine girmez. Hukuk yalnız eyleme bakar. “Suç”un tanımı yapılmıştır; eylem ona uyduysa hukukun alanına girer. Başka türlü girmez.

Neyse, daha fazla ayrıntıya girecek kadar izlemişliğim, bilgilenmişliğim yok.

Tabii, altmışta kendi babamın, yetmişlerde bizzat kendimin askerî sulta altında yürütülmüş mahkemelerini biliyorum. Sonra 12 Eylül mahkemelerini de çok iyi biliyorum. Onlara kıyasla bu mahkemenin “hukuk dışı” olduğunu kimse iddia edemez. Ama bu “kıyasla” lafı araya girince, sonuç fazla mutlu etmiyor insanı. Onlar zaten her bakımda faciaydı; onlardan “daha iyi” olmak, büyük bir başarı değil. Neden “daha iyi” değil de, “çok iyi” yapmaya çalışmıyoruz?

Büyükanıt’ın “Tanırım, iyi çocuktur” müdahalesi bir felâketti; o davanın savcısı Sarıkaya’nın “ham hum şaralop” ortadan kaldırılması daha da büyük bir rezaletti! Ama Sarıkaya’nın yazdığı iddianame neydi? Bu sefer, ister istemez, “iddianameler” dünyasındaki “emsal”lerine geliyoruz. Belki ondan beş beter iddianameler vardır; ama o da çok kötüydü.

Peki, neden böyledir bu? Neden iki olumsuzluk arasında kalmak ve kırk katırla kırk satırdan birini seçmek zorundayız biz? “Katır” ya da “satır” olmayan bir alternatif bulmak bu kadar imkânsız mı? Her sorun karşısında “üçüncü yol” olmak bir kader mi?

“Askerî vesayet rejimi”... Tarihî kavga bu. Bu olduğu için, burada siyaset hemen “cephe” siyaseti oluyor. Başka kelimeleri yüksek sesle telaffuz ederken de, zihnimizde sessizce akan asıl kavramlar askerî: düşman, tahrip, imha vb. Siyasete bir tarafın askeri olarak giriyoruz. Sonra aynı “emir-kumanda”, “disiplin”, “itaat” nirengileri arasında kalmış alanda “siyaset” yapıyoruz.

“Balyoz” adı yerinde. Bu toplumda “siyaset” aslında bir balyoz. Kim onu daha önce kapacak ve hasmının beynine indirecek? Bu da “siyaset yapma yöntemi”.

“Tek aracın çekiçse bütün sorunları çivi gibi görürsün.” Ünlü aforizma.

Bizim aracımız çekiç de değil, balyoz.