Ülkemizde siyasal İslam, özellikle son birkaç yıldır hayatın tüm alanlarına derinlemesine nüfuz etmiş, genel anlamda bilinen dinin geleneksel siyasallaşmasından da öte, iktidar partisinin ve onun liderinin her yaptığının dinselleştirildiğini görmekteyiz. (Örneğin bir rektör ''Erdoğan'a itaat farz, karşı çıkmak haramdır'' diyebiliyor.) Kısacası, iktidarın her siyasal eylemi veya söylemi kutsallaştırılmakta, devletin yerleşik teamüllerine dinsel bir içerik yüklenerek yeniden anlamlandırılmaktadır.

Böylece, siyaset giderek daha dinsel bir nitelik kazanmaya başlamıştır. Gerek parlamento, gerekse devletin diğer tüm kurumlarında ve hayatın tüm alanında siyaset 'siyasal din' haline dönüşmüş durumdadır. 'Siyasal din', egemenlerin sınıfsal varlığına kutsallık kazandırarak, bireyi toplumsal yaşamın dinsel referanslarla tanımlandığı bir inanç sisteminin merkezine konumlandırmaktadır. Yani 'siyasal din' iyiyi ve kötüyü tayin eder, bireyi kutsallaştırılmış bir varlığa bağlar ve en nihayetinde birey, o kutsal varlığa sadık kalmaya ve adanmışlığa zorlayan yeni bir toplumsal ahlakla bütünleşmiştir.

Elbette teorik olarak siyasetin bu türden 'kutsallaştırılması' ile geleneksel dinlerin siyasallaştırılması bir ve aynı şey değildir. Ancak bu kutsallaştırılmış siyasetin, geleneksel dinle hiçbir ilişkisinin olmadığı anlamına gelmez. Öyle ki, siyasal dinler çok sık olarak geleneksel dinin argümanlarını içine alarak kendine göre dönüştürürler. Dönem dönem siyasal din ile geleneksel dinin çelişmesi ve çatışmasından, siyasal dinin doğaüstü kutsal varlığı reddetmesi beklenmemelidir. Bundan dolayı güncel yaşamda sık sık karşılaştığımız (içinde çok sık olarak Diyanet İşleri Başkanlığı'nı da gördüğümüz) olağanüstü absürtlüklerle ilgili olarak Siyasal İslam'a 'gerçek din bu değil' tarzı söylemle meydan okumanın, bu söylem üzerinden çeşitli politik çıkışlar belirlemenin kutsallaştırılmış siyasetin hegemonya alanı üzerinde hiçbir etkisi bulunmamaktadır.

Siyasal İslam da bir din fenomeni olduğuna göre genel anlamda dinin teolojisini açıklayacak olursak; Din bir şeyi anlama, bir bilgi edinmenin ötesinde bir şeydir. Yani din bir şeyi anlamak değil, onu bilgisizce ve anlamaksızın kabullenmedir. Bilmeyi değil imanı, adanmayı ve tapınmayı vurgular. Dinin amacı, insanın anlamakta güçlük çektiği, özellikle manevi konular ve yaratıcı hakkında inanca dayalı bilgi ile insanın bu bilgiler doğrultusunda yaşamını sürdürmesini sağlamaktır. Din, insanın ne yapıp yapmayacaklarını kutsal kitap ve peygamberin söz ve tutumlarıyla belirler, onların gücüyle onları toplumda egemen kılar. Dolayısıyla din, işlevci ve davranışçıdır. Yani kişinin toplum içinde gözlenebilir, ölçülebilir davranış ve eylemlerini kişinin özgür iradesine bırakmadan toplumsal değer yargılarını düzenleyerek sosyal yapı sistemi oluşturmakla işlevinin yerine getirir.

Dinsel bilgi, tanrı temeli üzerinde evreni, insanı ve toplumu açıklayan bilgidir. İnanca dayandığı ve Tanrı tarafından gönderildiğine inanıldığı için kesin, tartışmamız doğru, mutlak ve bağlayıcı olarak kabul edilir. Bu anlamda da teste tabi olmadığından yanlışlanamaz ve değiştirilemezdir.

Dinler insanların din öğretilerini kabul etmeleri, düşünce yapılarını ve hayatlarını bunlara göre oluşturmaları için son derece sert bağlayıcı kurallar getirmişlerdir. Dinlerin tümü insanların düşünlerine değil, duygularına hitap ederler. Eğitim gibi uzun vadeli ve meşakkatli sürece tahammülleri olmadığından, kısa vadede hedeflerine ulaşmayı amaçladıklarından insanların kar ve zarar duygularına hitap ederler. Dinsel bilgi insana hazır verildiğinden düşünme zahmetine de katlanma gereği duyulmaz. Dolayısıyla düşünme ve bilgi üretme mecburiyetine de gerek kalmaz. Üstelik hiçbir şeyi bilmeyen insan bile dinsel bilginin tanrısal özelliğinden dolayı bunları bilmekle en değerli bilgileri bilen kişi olarak, huşu içinde mutlu olduğu sanısını doyasıya yaşama şansını yakalamış olur. Kısacası dinsel bilgi, gerçeğin bilgisi değildir. İnsanın hayal, tahayyül, duygular ve sistemsiz aklı ile spekülatif ürettiği bilgidir.

Aslında dinler, geçmişteki sihirsel, mitolojik, tanrısal ve felsefi düşünüşün ürünlerini alıp birbirine karıştırarak insanların bütün hayatının, düşüncenin, günlük hayat işlerinin görünüşteki kaynağını gökte bir tanrısal oluşumda aramaktan başka bir şey değildir. Bu anlamıyla da din, felsefenin ve bilimin bağımsızlaşana kadarki süreçte yaşamın bütün alanlarına sonraları verilen isim olmuştur.

Dinler, M.Ö. üçüncü yüzyıldan bu yana kurumsallaşmış olup, içinde bulundukları toplumun yönetim organlarının bir parçası olarak, hakim güçlerin (sınıfların) hep yanında ve hatta bir parçası olmuşlardır. Bu anlamda Siyasal İslam da son tahlilde kapitalist kompradorlaşmaya uyum sağlamaktan, onunla hemhal olmaktan geri kalmamıştır. Bu yüzden Siyasal İslam'ın o masumane şekilde çok dillendirilen ''ılımlılık'' iddiasındaki versiyonu Müslüman halklar için asıl tehlikeyi oluşturmaktadır. Radikal İslam diye tanımlanan şiddet yanlısı grupların şiddeti, içinde yaşanan toplum düzenini istikrarsızlaştırarak yeni baskıcı iktidarlara zemin hazırlamaktadırlar. ABD'nin başını çektiği üçlü grup diye anılan (ABD, Avrupa ve Japonya) emperyalistlerin 'ılımlı İslam''a verdikleri ince destek, hakim büyük (emperyalist) sermayenin küreselleşmiş neoliberal düzen projesiyle de uyum halindedir. Küreselleşmiş liberal kapitalizmle Siyasal İslam ikilisi arasında çelişki değil, tam bir uyum ve tamamlayıcılık söz konusudur. Günümüzde pek revaçta olan Amerikan tarzı cemaatçilik ideolojisi, sınıf bilincini ve demokrasi, özgürlük, eşitlik uğruna sürdürülmesi gereken sosyal mücadeleyi aşındırıp yok sayarak, onun yerine ne olduğu belirsiz sözde 'kolektif kimliği' ikame etmeyi amaçlamaktadır. Bu ideoloji, emperyalist sermeyenin egemenlik kurma stratejisi tarafından bütünüyle araçlaştırılmış durumdadır. Emperyalist sermayenin bu gerici ideolojisi, gerçek dünyadaki reel sosyal çelişkilerin (emek - sermaye çelişkisi) yerine, muğlak, ebedi geçerli hayali kültürleri koymaktadır. Bu anlamda da Siyasal İslam'ın bir cemaatçilik olduğunu söylersek yanılmış olmayız.

Yazımızdaki asıl konuya dönecek olursak, siyasal veya siyasileşmiş dine karşı mücadelenin merkezinde dinin kendisi ile değil, din dışı bir perspektifle bakış açısı yer almalıdır. Dikkat edilirse mevcut iktidarın, dinsel bir örüntü ve görüntü kisvesi altında aslında düpedüz dünyevi ilişkilerle siyaset yaptığı görülmektedir. Bu anlamda demokrasi, özgürlük, hak, hukuk, adalet mücadelesinin merkezinde yoksulluk, geçim sıkıntısı işsizlik gibi emekçi sınıfların ortak ve 'dünyevi' meseleleri olması gerektiği aşikardır. İşin en önemli yanlarından biri de, bu dünyevi sorunlara Veda Hutbesi'nden, hadislerden, ayetlerden alıntılar yaparak değil, maddi, somut, insanların yaşamına dokunan, onların istek ve beklentilerini en anlaşılır biçimde ifade eden 'dünyevi' çözüm yolları aranmalıdır.

Yararlanılan kaynaklar;

- Çağımız ve Türkiye, düşün ve bilim alanları Prof. Dr. Niyazi Kahveci ( Sinemis yayınları)

- Siyasetin Kutsallaştırılması, Emilio Gentile, Çev. İsmail Ilgar. ( İletişim Yayınları)

- Modernite, Demokrasi ve Din, Samir Amin ( Yordam Yayınları)