AKP, daha ilk günden beri ‘barış’ı değil, ‘süreç’i sevdi. Kendi yetkililerinin ağzıyla “2009’da süreci başlatan Erdoğan”, onca yıldan bu yana bir görüşme trafiğinden başka somut hiçbir adım atmadı. O ‘trafik’e bile, HDP’yi katmamak için yıllarca direndi.

Evet, basbayağı yıllarca! Şunun şurasında HDP’nin bu görüşme trafiğine dahil edilmesi aylarla ölçülebilir. Nedeni bugün artık bütün çıplaklığı ile ortada. AKP’nin korktuğu başına geldi, fazlası da gelecek.

HDP bu sürecin kazananı. Kamuoyu artık şunu net olarak görüyor ki; barışı bütün sahiciliği ve gerçekliği ile isteyen taraf onlar. İktidar için barış süreci, seçimleri atlatıp iktidarı sürdürmenin, Erdoğan içinse diktatörlüğünü inşa etmek için gerekli zamanı kazanmanın aracı olmaktan ibaret.

AKP ile Erdoğan’ı artık ayrı düşünmek gerekir. İlaveten devleti de iki ayrı güç odağı olarak görmek gerek.

Erdoğan 90’lar konseptine dönerek, hem eski devletin hala varlığını koruyan bir kesimiyle ittifak kurmuş, hem de kendine yeni bir güç odağı oluşturmuş oldu. Artık darbecilerle kolkola olduğu için, ‘darbe tehdidi’ argümanı eskidi. Yerine yeniden ‘PKK tehlikesi’ni koymaya çalışıyor.

Erdoğan milletvekilliğini reddettiği ‘sır küpü’ Fidan’a bile güvenemez duruma geldi. Hala kararnamesini imzalamadığını buraya not etmek gerek.

“Örtülü Ödenek”i eşi ve çocuğuyla kullanmasına ilişkin yasayı meclisten geçirten Erdoğan, kimseye güvenemediği için tıpkı Çiller gibi kendine “Erdoğan Özel Ordusu” kurmaya hazırlanıyor.

Parti içinde de başkanlık sevdasını destekleyenlerin sayısının yetersiz olduğunun farkında. Bunu hem Abdullah Gül’ün, hem Bülent Arınç’ın başkanlık sistemine ilişkin açıklamalarından hem de başta Ahmet Davutoğlu olmak üzere parti içinden güçlü bir desteğin gelmemesinden anlıyoruz. Kaldı ki, AKP’nin seçim bildirgesinde başkanlık sistemine verilen yer ve üslup da bunu doğruluyor. Tam da bu nedenle, AKP içindeki çatışma milletvekili listelerinin hazırlanmasında daha da sertleşecek.

Tıpkı HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın dediği gibi “giderek yalnızlaşıyor.”

Öte yandan devletin bir kesimi de HDP’nin Türkiyelileşmesinden son derece rahatsız. Roboski’de öldürülen 34 canın hesabını vermemişken, şimdi de katırları tarayarak yaptıkları ağır tahriki, PKK’ye karşı başlattıkları operasyonlarla sürdürüyorlar.

Böylece Erdoğan ve yeni ittifakları, Kürt hareketini çatışmaya çekerek, bir yandan HDP’ye gidecek oyları engellemeyi, diğer yandan da Türkiye ve dünya kamuoyunda kazandıkları meşruiyeti yok etmeye çalışıyorlar. HDP’yi marjinalize etmek için ellerinden geleni yapacaklar. Muhtemelen seçimlere yaklaştıkça tahriklerin dozu giderek ağırlaşacak, provokasyonların boyutu genişleyecek.

Erdoğan’ın kendisinin bile inanmadığı 400 vekille bir ‘ başkanlık hayali’ni tabanına satmaya kalkışmasının altında, tek başına bile iktidar olmakta zorlandığı bir seçime girildiğinin gayet farkında olması yatıyor. Çıtayı yukarı çekerek, alacağı vekil sayısını umutsuz bir çabayla artırmaya çalışıyor. Ancak bunu yaparken, aslında kendi ayağına sıkıyor.

1-En yakınındaki adamlar, Efkan Ala, Yalçın Akdoğan gibi isimlerin HDP heyeti ile birlikte yaptığı Dolmabahçe mutabakatı açıklamasını, izleme heyeti gibi sürecin en önemli taşlarını boşa çıkarmaya çalışarak, barışa takoz koyanın kim olduğunu kamuoyuna göstermiş oldu.

2- Hakan Fidan’ın istifasında, Öcalan ile yapılan görüşmelerde varılan mutabakatların Erdoğan tarafından engellenmesinin yattığı iddialar arasındaydı. Örneğin, seçim barajının verilen söze rağmen yüzde 7’ye indirilmemesi bunlardan biriydi. Eğer baraj yüzde 7’ye indirilmiş olsaydı, belki barajı geçememe riskinin yarattığı endişeyle HDP’ye bugünkü kadar bir yöneliş olmayacaktı.

3-Erdoğan, (Anayasayı çiğnediğini bir kenara koyarak) bütün seçim propagandasını başkan olma ihtirası üzerine kurarak, kamuoyunun büyük kesiminde ‘Tek adam yönetimi’ algısını pekiştirdi. “Ya çıkacak, ya çıkacak” diye meydanlarda bağırdığı polis yasası ya da sürekli OHAL yasası, üstü örtülen 17-25 Aralık yolsuzluk iddiaları, kaçak saray gibi pek çok veri de eklendiğinde, kendi tabanında bile önemli bir kırılma yarattığı anketlerde ortaya çıkıyor.

Dolayısıyla bulduğu tek seçenek, PKK’yi yeniden çatışma ortamına çekmek. Bir tek askerin ölmesi bile, HDP’ye yönelecek oyların önünü kesebilir.

Şimdi, acilen PKK liderliğinin geçmişte de yaptığı gibi Türkiye ve dünya kamuoyuna bir deklarasyon yayınlayıp, hangi operasyon ya da tahrik yapılırsa yapılsın, Kürt hareketinden tek bir kurşun atılmayacağını, hiçbir provokatif olayın içinde olmayacaklarını, hatta Kürt hareketi adına bu tür bir olaya karışanı da provokatör olarak göreceklerini ilan etmesi gerekir.

Böyle bir açıklama, yalnız HDP’nin elini rahatlatmaz, ya da yalnız HDP’ye yönelen oyları engellemeye çalışan odakların oyununu bozmaz. Aynı zamanda, bu ülkede eşitlik, adalet, özgürlük isteyen tüm kesimler için hayati önemdeki 6 Haziran seçimlerinden sonra yeni bir ülkeye uyanma umudunu çalmaya çalışanları tarihin çöplüğüne yollama yolunu da açar.