Avukat Turgut Kazan, ‘Aydınlar Dilekçesi’ne imza attıkları için yargılandıkları dönemi İsmail Saymaz’a anlatırken bugünkü durumun vahametini de ortaya sermiş: “Aydınlar Dilekçesi'nden yargılanırken böyle linç edilmedik” diyor, "O dönem ne gözaltı oldu, ne odamız arandı" diye ekliyor.

Bu sözler bana Sıkıyönetim Askeri Mahkemeleri’nde 1402’den yargılanan öğretmenleri, öğretim üyelerini hatırlattı.

Henüz öğrenci olduğum ve staj yaptığım Demokrat Gazetesi adına Selimiye’deki askeri yargılamaları izliyordum.

Onlarca memur, Kahramanmaraş katliamını protesto ettiği için yargılanıyordu. Savcı mahkumiyetlerini ve meslekten atılmalarını talep ediyordu. Heyette iki askeri hakim ve bir de mahkeme başkanı vardı.

Yargılama sonunda hiç beklenmedik bir şey oldu. İki hakim üye mahkumiyetlerine karar verirken, mahkeme başkanı karara karşı çıktı.

Bununla da kalmadı. Yazdığı itiraz gerekçesi, generallere de, hukukçulara da, insanlığa da ders niteliğindeydi.

Katliamdan devleti sorumlu tutan ve protesto eylemleri yapan memurların suçlanmasına karşı çıkan birkaç sayfalık gerekçe keşke arşivimde olsa tamamını yayınlayabilseydim.

Ama aklımda kalan tek bir cümle yeter:

“Maraş Katliamı gibi bir insanlık suçunu protesto etmek, suç olmak bir yana bütün yurttaşların görevi olmalıdır.”

O ‘Başkan’ Deniz Albay Saim Örencik’ti.

Diğerlerinin adını hatırlamıyorum, çünkü katliamcılar ve destekçilerinin isimleri hiç hatırlanmaz.

Albay Saim Örencik adı ise ne dönemin gazetecileri, ne de ‘vicdanlı’ yurttaşları tarafından unutuldu.

Sevdiğim ve saygı duyduğum birkaç hakimden biriydi, Örencik.

Saim Örencik aynı zamanda Abdi İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca davasına bakan hakimdi.

Çok geçmeden arabasına konan bombayla ağır yaralandı ve malulen emekli edildi.

Örencik tek değildi.

Askeri mahkemelerde görev yapan azınlıkta da olsa demokrat, hukuka bağlı başka hakim ve savcılar da vardı.

Darbeci generallerin kararlarına müdahale etmesine, bazı davalarda ‘idam’ siparişlerine uymadıkları için ağır baskı altında tutuluyorlar, farklı yollarla tehdit ediliyorlardı.

Örneğin bir hakim albayın liseye giden kızı, okul yolunda ortadan kaybolmuştu. Yanılmıyorsan, bir hafta kadar sonra kızını siyasi şubede bulmuştu.

Zavallı kızın tek suçu, biat etmeyen bir babaya sahip olmaktı.

Ama daha korkuncu, masum bir kız için gözaltı onayı veren İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Necdet Üruğ, kızını arayan babaya tek kelime bile bilgi vermiyordu.

Oysa Üruğ’un makamı, yargılama yapılan duruşma salonlarına ve yargıçların odalarına sadece bir kat mesafedeydi.

Bu örnekleri, şimdinin sivil hukukçularıyla kıyaslayabilecek kimse var mı?

‘Sözde’ bağımsız yargı, ‘sözde’ hiyerarşi zinciri içinde siyasi iradeye bağlı olmadığı halde, askerden daha fazla ‘Tak-Şak Paşa’ olmuş, hazır olda.

Bakalım, akademisyenlerin yargılanmaları talebine, daha doğrusu emrine karşı durup, ‘talimatları’ yerine getirmeyi ret edebilecek cesur savcı ya da hakimler çıkabilecek mi?