Öncelikle şunu belirtmek lazım 3 Temmuz'dan önce sokakta yürüdüğünüzde herhangi birini çevirip ''Bu ülkede şike var mı'' diye soruverirseniz alacağınız cevap "elbette ki var" olacaktır. Hatta bu soruyu saçma bile bulup özellikle 80’lerden sonra gelişen futbol ekonomisiyle bu konuda size birçok söylenti, dedikodu ve suçlamalardan örnek verebilir. Teşvik primlerinin bir dönem gayet meşru olduğuna, gazete sayfalarında yöneticilerin futbolculara teklif ettikleri araba ve ev haberleriyle şahitlik edebilirsiniz. Birçok şaibeli lig sezonu hafızalarımızdadır. Ancak bu söylentilerin üzerine bir kez bile gidilmemiş, bir tabuymuşçasına dokunulmamıştır.

Herkes bu tür "işlerin" varlığından gayet emindir ve bu tür işler futbol sektörünün olmazsa olmazı gibi kabul görmüştür. Zira herkes bir şekilde aynı yerden beslenmektedir. Ve hiç kimse hiçbir takım bu işlerden yana birbirinin ayağına basmamaktadır. Gelin görün ki şikeden yahut teşvik priminden şikayet etmeden bir sezonun kapatıldığı da neredeyse yok gibidir. 3 Temmuz bu anlamda malumun başka bir dilden ilanı olmuştur. Bugüne kadar süregelen söylenme, mızmızlanma, homurdanmadan öteye gidemeyen, gitmesi de istenmeyen o tür işler emniyetin ve yargının konuştuğu başka tür bir dilden söylenmiştir.

Bakmayın bu gün çok fazla şikeden teşvik priminden konuşmadığımıza 3 Temmuz'dan sonra işler tersine döndü biraz.

Peki 3 Temmuz'dan neden şikayet ediyoruz o zaman? Ne iddianame, ne ortaya dökülen fotoğraflardaki tuhaf yanyanalıklar, ne de tapelerdeki konuşmalar aslında hiçbirimizi şaşırtmadı. Biz bunların olduğunu, olabildiğini zaten tahmin edebiliyor, hatta biliyorduk.

Şikayet eden taraf daha çok Fenerbahçe taraftarı  ve Fenerbahçe Kulübü… Zira 3 Temmuz ile şikede adı geçen takım sayısı 8, şikeye dahil olan maç sayısı ise 19’du, ancak nihai noktada elimizde bir tek Fenerbahçe, biraz da Beşiktaş kaldı…

Buna dayanarak Fenerbahçe taraftarı da haklı olarak 3 Temmuz'un bir şike davası değil, Fenerbahçe üzerine kurulan bir operasyon olduğu argümanıyla takımına destek çıktı.

Zira cezaları vermesi gerekenler başta Federasyon olmak üzere cezaları bir türlü kesmedi, kesemedi.

Ne var ki biz cezaları kesmezken UEFA şikeden Fenerbahçe'ye 2 yıl, Beşiktaş’a da 1 yıl Avrupa kupasında yarışmaktan men cezası verdi. Bu uluslararası arenada her iki takımın da şike yaptığının resmileşmesiydi.

Oysa 3 Temmuz süreciyle sorulması gereken soru son derece basitti. Şike var, mı yok mu…? Varsa ne ceza vereceksiniz…?

Biz bu güne kadar bu cezaları bir türlü veremedik, çünkü kimsenin önceliği temiz futbol değil. Kulüp yöneticilerinin öncelikli problemi yayın haklarından emek sarfiyatsız gelen kolay para. Önemli olan bu çarkın bir şekilde devam etmesinin temini. Bunun en olmazsa olmaz koşulu da elbette bu pastadaki en büyük geliri kazandıran Fenerbahçe’nin ligde kalması ve bu büyük para makinasını yani Fenerbahçe’yi kimin yöneteceğiydi.

Bugün de bunu tartışmıyor muyuz zaten, hiç birimiz "şike var mı yok mu" diye sormuyoruz, "Aziz Yıldırım kalacak mı, gidecek mi ?" diye soruyoruz. İşin fenası bu sürecin sonunda değil ta en başından itibaren 3 Temmuz’dan bu yana cevabını aradığımız tek soru.

Oysa sorularımızla temiz futbolun peşine düşebilirdik. 3 Temmuz sürecinde cezaları veremediğimiz için, hakkaniyetli bir kararı bir türlü alamadığımız halde 2010-11 sezonunu tescilleyebildiğimiz için, bugün derdimiz "Aziz Yıldırım kalacak mı, gidecek mi", "bu bir şike davası mı yoksa Aziz Yıldırım Operasyonu mu" üzerinden şekilleniyor.

Tam da artık bu sorulardan vazgeçmişken, sular da hafiften durulmuşken, 3 Temmuz’un ardından, memleket satıhlarında hükümet ile cemaat arasında bir süredir yaşanan gerilimin zirve noktası olan 17 Aralık’ı yaşadık. Ve ne garip ki 17 Aralık'la birlikte, 3 Temmuz’u, Ergenekon'u, KCK operasyonlarını gerçekleştiren polisi, savcısı kim varsa hepsi bir anda görevi kötüye kullanmaktan ya görevden alındı, ya da pasif görevlere havale edildi. E peki 3 Temmuz temiz futbol için yapılmamış mıydı?

Yapılmamıştı. Cemaat ve iktidar birlikteliğinde ülkeyi yeniden şekillendirmenin aracı olarak kullanılan özel mahkemeler, çıkarların çatıştığı noktada tersyüz oluverdi. Yargıtay'ın Aziz Yıldırım'la ilgili aldığı son kararsa cemaatin iktidar bloğuna attığı son gol oldu. Zira ligin ikinci yarısı başladığında, Gezi direnişiyle zirveye çıkan Fenerbahçe tribünlerinden yükselen muhalif ses bu kez hiç de zaptedilir olmayacağa benziyor.

Burada takdir etmemiz gereken yine Fenerbahçe taraftarı, zira cemaat- iktidar çekişmesinden fırsatçı bir tavır takınıp nemalanmaya da kalkmadı, bu işlerin iktidar tarafından değil, cemaat tarafından yürütüldüğünü nasihat edenlere de hiç yüz vermedi. Ne “her yer yolsuzluk, her yer rüşvet” sloganından vazgeçti, ne de polisin karşısına geçip “Ali İsmail korkmaz, Fenerbahçe Yıkılmaz” demekten.

Onlar, bu sloganlarda temiz futbolun da adresini veriyor bize, daha yaşanabilir eşit, adil, demokratik bir ülkenin de.