Uğursuz ‘şiddet sarmalı’na teslim olmak üzereyiz. Ben her şeye rağmen, teslim olmamak gerektiğini düşünüyorum. Bu yazıyı yazmaya oturduğumda, bir yandan (herhalde herkes gibi) televizyonda 8 şehit haber ve yorumlarını izliyordum. Gazi Üniversitesi öğretim üyesi Hüseyin Yayman’ın değerlendirmesine, Fuzuli’nin ‘söylesem faydası yok, sussam gölüm razı değil’ beyiti ile başladığını duydum.

İnsan, şimdilerde ‘tam da bu!’ diye düşünüyor. Susmaya gönlümüz razı değil, keşke söylediklerimiz de faydasız olmasa. Şiddet tuzağına düşmenin önünü kesmek için zor zamanda konuşmak zorundayız.  Son günlerde Başbakan ve hükümet çevresi sert mesajlar veriyor, buna karşın PKK eylemlerini arttırıyor. Bu gidişten medet ummak mümkün değil. Şimdi, bırakalım bu gidişi başlatanın veya kışkırtanın asıl kim olduğunu tartışmayı. Neticede, bu gidiş iyi bir gidiş değil, en azından bunda anlaşalım.

Bu konuda anlaşabiliyorsak, öfkeye, isyana kapılıp, bir felakete giden yolda, son çıkışları kaçırmayalım.  Devletin isterse, kendisine karşı ayaklananları ezip geçebilecek gücü olduğu konusunda kuşku yok. Nitekim bu yol çok denendi, sonuç da alınmadı değil, ama alınan sonuçları, yani genç insan cenazeleri ve karşılıklı öfkenin daha fazla bilenmesini yeniden göze almak mümkün değil, olmamalı.

 

Proje güçlü ve kapsamlı değildi

Türkiye devletinin ve mevcut hükümetinin bir ayaklanmayı bastıracak topu, tüfeği, gücü, kararlılığı olduğu ortada, asıl sorun bunu sınamanın, insani, toplumsal, ahlaki maliyeti. Yoksa, Cumhurbaşkanı’nın deyimi ile ‘devletin gücünün üstüde bir gücün olmadığını’ herkes biliyor. Sorun başka; Türkiye’nin en son ihtiyacı, sonu toplumsal barıştan daha da uzak bir yere çıkacak bir ‘güç’ gösterisi. Güçlü bir devlet için güç yarıştırmak kolay, zor olan toplumsal barış adına gücünü sınırlamak. Şimdiye kadar hiçbir hükümet, kapsamlı bir barış projesi üretip, kimden gelirse gelsin her türlü kışkırtmaya karşı bunu sonuna kadar uygulayamadı.

Mevcut hükümetin Kürt açılımının başarısız olmasının nedeni, şöyle veya böyle sabote edilmesi değil, güçlü ve kapsamlı bir barış projesi olmamasıydı. Barış projeniz yeterince güçlü değilse, sabote edecek ilk engelde çöker. En kötüsü, konu Kürt meselesi olduğunda, herhangi bir hükümetin yalnız kalmaya mahkûm olması. Bu tablo değişmediği sürece, dönüp dolaşıp tüm hükümetler barış yerine savaş yönüne savruluyor.

 

Hiç sonuç çıkarmamış gibiyiz

Muhalefet cephesinde MHP’nin çözüme, barışa yönelik bir bakışının olmadığı ortada. Ana muhalefet CHP, son olarak ‘silahlı çözüme’ karşı olduğunu ifade etti, ancak bu istikamette sesi henüz yeterince güçlü değil. Son şehit haberleri belli ki bu sesi daha da kısacak. Ama mesele tam da bu, yani zor dönemeçlerde iktidarıyla, muhalefeti ile savaştan değil barıştan yana güç gösterebilmek. Kim isterse istesin, kim kışkırtırsa kışkırtsın şiddete teslim olmamak, barıştan yana ‘güç gösterisi’ yapmak.

Mevcut hükümet ve Türkiye tablosu maalesef bu noktadan uzak ve giderek daha fazla uzaklaşıyor. En kötüsü, toplum olarak geçmiş otuz yıldan hiç sonuç çıkarmamış gibiyiz, şiddet ortamının tüm boyutları ile geri gelmesinin bu toplumu nerelere savuracağını fark eden, bunun acısını duyan çok az. Yeni savaş politikalarına karşı güçlü bir ses çıkarmak için illa acılarımızın katlanması mı gerekiyor?   

Madem, ‘devletin gücü herkesin gücünün üstünde’, barış çağrımızın esas muhatabının da devlet olması tabii değil mi? Bu durumda, eleştirimizi, çağrımızı, isyanımızı sadece ve sadece eli silahlı Kürtlere yöneltmek büyük bir kolaycılık ve sorumsuzluk olmaz mı? Unutmayalım, zor zamanlarda, barıştan yana ses vermekten imtina etmemek, savaş heveslerine teslim olmamak gerekiyor.