Fransa Parlamentosu’nun ‘Soykırımı inkârın suç sayılması’na ilişkin kararı üzerine kıyamet kopuyor. Boşa çene yormanın lüzumu yok, bu karar tabii ki siyasi bir karar, ama ona bakarsanız uluslararası tüm hamleler, politikalar da öyle. Yoksa, mesela çevresindeki tüm güçler nükleer silah sahibi iken, İran’a neden bunca baskı yapılıyor? Mesela, bölgede demokrasinin esamesi okunmazken, Suriye’ye neden demokrasi diye baskı yapılıyor? En önemlisi, Türkiye’deki bunca demokrasi zaafına rağmen, dış dünyanın suskunluğu da politik çıkar hesapları yüzünden ama, öylesi işimize geldiği için ilkelerden bahsetmek kimsenin aklına gelmiyor.

Hariri ailesine sorulsaydı
O halde, işi Engizisyon’a, Kanuni’nin mektubuna kadar götürmek, hele düşünce özgürlüğünden dem vurmak yerine, ‘siyasi değerlendirme’ yapmak daha anlamlı olurdu. Hiç değilse, geçenlerde Beyrut’ta, ‘Suriye’yi konuşmak’ için toplanıldığında, baş dostumuz Hariri ailesine, Fransa’nın tavrı sorulsaydı diyorum. Malum bu aile ve onların başını çektiği ‘Lübnan’ın Batı yanlısı koalisyonu’nun, Türkiye ile de, Fransa ile de arası çok iyidir. Ama ‘kahrolsun içimizdeki insan sevgisi’, başkalarının sorunları ile uğraşmaktan başımızı kaldıramıyoruz ki, tüm bunlar aklımıza gelsin! Özellikle de ‘Suriye’nin demokrasi sorunu’ bizi o kadar meşgul ediyor ki, kendi demokrasi sorunlarımızla bile uğraşamıyoruz. Ayrıca, o kadar kendimizden geçmiş vaziyetteyiz ki, içerdeki halimizi unutup Fransa’ya karşı ‘düşünce özgürlüğü’ baskısı yapmayı düşünebiliyoruz. O nedenle, ben öncelikle dış siyasetten ziyade, iç siyasette son duruma tekrar bir göz atalım diyorum.

Kaderin garip cilvesi
Aslında, şu günlerde iç siyaset ve dış siyaset konuları her zaman olduğundan daha fazla birbiri ile bağlantılı. Mesela, kaderin garip cilvesi, Fransa’nın ‘soykırım’a ilişkin kararı, Hrant Dink davasının ‘acı sonu’na denk geldi. Fransa’nın ‘soykırım inkârı’nı suç sayan kararı tabii ki sorunlu ama, tarihimizle ve münhasıran Ermeni katliamı ile açıkça yüzleşmeyi göze almış bir ülke olsaydık, Fransa’da alınan karara ilişkin tutumumuz daha anlamlı olabilirdi. Oysa, geldiğimiz noktada, Fransa’da, ‘Atalarımız kötü şey yapmaz’ diye nümayiş yapan, ‘Keriz Sarkozy’ diye saz çalan bir kalabalık siyasi çehremizi oluşturmuş oldu.
Tam da bu nedenle, Hrant Dink’i ölüme getiren süreç ve bugün bulunduğumuz nokta üzerine tekrar düşünmek durumundayız. ‘Mahkeme tespit etmedi, ama basbayağı örgüt işi’ demek de kurtarmaz. Tam tersine, yakın geçmişimizde olan biten tüm karanlık işleri, birtakım ‘örgüt’lerin işi olarak gösterme çabamızın sonucunda geldiğimiz yer ortada. Bir toplum geçmişi ve daha doğrusu kendisi, kendi karanlık yüzü ile yüzleşmekten tam da böyle kaçar; günah keçileri bularak! Son on yılda, ‘değişim ve demokratikleşme’ adına yaşanan süreç maalesef bir yüzleşme süreci değil; bu topluma ilişkin karanlık yanları bir veya birkaç kişi, örgüt, fitne, fesat’a yükleyerek işin içinden sıyrılma süreci.
Burası, Alevilerin pişirdiği yemeği pis diye yemeyenlerle dolu bir ülke değil mi? ‘Ermeni’nin hakaret sayıldığı bir ülke değil mi? Halen İçişleri Bakanı’nın radikal Kürt çevrelerini ‘başka ırktan’ diye tanımlayabildiği bir ülke değil mi? Gençlerinin ‘Uludere’de 35 kişi öldürmek az, 35 bin öldürseydiniz’ diye nara attığı bir ülke değil mi? ‘Siyasi iktidar’lar dediğimiz de nihayetinde, bu toplumsal tablonun temsilcileri değil mi? Böyle bir toplumda, Maraş katliamı düzenlemek, bir Ermeni’yi öldürmek için örgüt kurmak, o örgütü kollamaktan kolay ne olabilir? Ucu açık ve cesur bir sorgulamayı göze almadıktan sonra, o veya bu ‘örgüt’ü tespit etmek veya hatta cezalandırmak yeterli mi?

Fazlasıyla hesaplı oldu

Mesele topyekûn bir zihniyet ile hesaplaşmak idi, ama hesaplaşmamız fazlasıyla ‘hesaplı’ oldu; özenle ‘İttihatçılık-Kemalizm-CHP’ parantezine sıkıştırıldı, böylece yakın geçmişin bir başka karanlık cephesi temize çıkarıldı. Az gidilip, uz gidilip, ‘Bizim atalarımız kötü şey yapmaz’ lobisine dayanmak, dönüp dolaşılıp, ‘Türkün Türkten başka dostu yok’, ‘Düşmanlarımız Türkiye’nin yükselmesini istemiyor, dört koldan Türkiye’ye komplo kuruyor, içerdeki uzantılarını kullanıyor’, ‘Kıbrıs milli dava, Denktaş milli kahraman’, ‘terörle savaşıyoruz, yazarı da, sanatçısı da ona göre davranacak!’ vs. noktasına gelmek tesadüf değil. Eminim, ‘Silivridekiler’in birçoğu, tıpkı seksenli yıllarda hapiste yatan ülkücüler gibi, ‘kendimiz içerde, fikirlerimiz iktidarda’ diye düşünmeye başlamıştır.
Türkiye, iktidarıyla, muhalefetiyle, aydınıyla, demokratıyla ciddi bir hesaplaşma ve geleceğine yön verme imkânını heba etti. Bundan sonra belli ki dalgalar bizi nereye savurursa oraya gideceğiz. Herkese iyi yolculuklar!