Yeni ismi ile Myanmar, eskiden bildiğimiz ismi ile Burma’da, son zamanlarda yeni bir demokratikleşme sürecinin heyecanı yaşanıyor. Yıllarca hapis ve ev hapsinde tutulan ve demokrasi sembolü haline gelen muhalefet lideri Aung San Su Çii, nihayet özgürlüğüne kavuştu ve seçime hazırlanıyor. 1962’den beri askeri bir dikta altında yönetilen Burma’da, tüm muhalefet çabaları ve son olarak, 2007’de ‘Safran Devrimi’ bastırılmıştı. Kısa bir süre önce, askerler idareyi sivil bir iktidara bıraktı ve muhalefetin sesini duyurabileceği bir seçim sürecine girildi. Ancak, hikâyenin tamamı bu değil, Burma 1948’de bağımsızlığına kavuştuğundan bu yana, özellikle Kuzey bölgesinde yaşayan farklı etnik gruplar, merkezi yönetime karşı savaşıyorlar. Ülkede demokrasiye geçişin sağlıklı yürümesi için bu sorunun da çözülmesi gerekiyor. Tam da bu nedenle, seçim sürecinde Kaçin gerillaları ile müzakere başlatıldı. Zira, merkeze karşı savaşan gruplar ile siyasi müzakerelere girişilmeden, tam anlamıyla demokratikleşmenin mümkün olmayacağı biliniyor. Burma’nın bunca zaman direndikten sonra bu noktaya gelmesinin, muhalefet güçlerinin direnişi ile birlikte birçok nedeni var. Giderek artan Çin baskısından kurtulmak ve Burma’yı farklı dış yatırımlara açmak gibi nedenlerden söz ediliyor.

‘Tamil modeli’
2004 yılı sonunda Hint Okyanusu’nda yaşanan ve büyük bir insanlık faciasına neden olan Tsunami felaketi ardından (sekiz ay sonra) Endonezya da, otuz yıldır merkezi yönetime karşı savaşan Açeli gerillalar (GAM-Gerekan Aceh Merdeka) ile Helsinki’de bir anlaşmaya varmıştı. Şimdi, bu hareketin içinden birçok insan demokratik seçimle bölge yönetiminde söz sahibi oldu. Oysa 1998’de Suharto devrildiğinde Açe’nin Endonezya’dan kopacağı tahmini yapılıyordu.
Biz Kürt meselesi söz konusu olduğunda sürekli IRA ve ETA örneklerine başvuruyoruz. Yüksek standartlı bir demokrasi modeline talip olduğumuz için bu yaklaşım anlamlı sayılabilir. Ancak, halihazırda bazı Güney Asya ülkelerinin bile gerisine düşme durumu söz konusu. Bir ara ortaya atılan ‘Tamil modeli’ artık telaffuz edilmiyor ama, Allah korusun gidişat o yöne meylediyor. Ayrıca, bizde de başka ülkelerde de, ayrılıkçı veya özerklik yanlısı hareketlere karşı izlenen politikalar, genel politik tablonun bir parçası mahiyetinde oluyor. Otoriter siyasete savrulan toplumlar bu tür hareket ve muhalefet çevrelerine karşı çözümü topyekün sindirmede görüyor. Çünkü, siyaseti, ‘mutlak güç ile idare etmek’ olarak tanımlayanlar, önlerindeki her engeli silindir gibi dümdüz etme hevesine kapılıyorlar. Sindirme siyasetlerinin arkasından daha katı baskı düzenleri geliyor. Bir başarı öyküsü gibi sunulan ‘Tamil modeli’, Sri Lanka’nın giderek daha fazla baskıcı hale gelen Başkan Rajapaksa’nın iktidarının eseriydi ve 2009’da Tamil hareketi bastırıldıktan sonra, ülkede son derece otoriter bir ‘Rajapaksa güvenlik rejimi’ hâkimiyetini daha da pekiştirdi.

Zafer sarhoşluğu
Şimdilerde, Suriye’ye demokrasi vaazı veren BM Genel Sekreteri, Sri Lanka ‘zafer’ini ilan ettiği günlerde ülkeye yaptığı ziyarette, zafer sarhoşluğu içindeki Rajapaksa tarafından snobe edilmişti. Moon, önce Başkent Colombo’da görüşmek yerine, zafer kutlamaları yapılan iki saat uzaklıktaki Kandy’e çağrılmış, sonra da bir otel odasında saatlerce bekletilmişti (Gordon Weiss, The Cage-The Fight for Sri Lanka, 2011). İşin bu kısmı, uluslararası kurum ve siyasetlerin ne ölçüde demokrasi destekçisi olduğunun tartışılmasını gerektiriyor.
Seçim bizim, IRA, ETA ve hatta özerklik yanlısı hareketler ile müzakere eden Batı dışı örnekler gibi bir müzakere sürecini başlatmak hâlâ mümkün veya mümkün olmalı, aksi takdirde işin ucunda Sri Lanka’ya benzemek var.