Bu hafta, iktidar partisine mensup iki önemli siyasetçi dudak uçuklatan iki konuşma yapıtı ve demokrasi adına ‘dar ve uzun’ bir tünelde yol almakta olduğumuz bir kez daha belli oldu.
Önce İçişleri Bakanı Şahin, partisinin Edirne Kongresi’nde özgürlükler konusunda çok çarpıcı açıklamalar yaptı. Aslında konuşmanın tümü çok çarpıcı başlıklar içeriyor, ama Bakan’ın özgürlük tanımı yanında diğerleri gölgede kalıyor. Diyor ki Bakan, “Sıkıntı nedir? Özgürlük... Hangi özgürlükten bahsediyorsun. O zaman tutuklanınca da şikâyet etme. Özgürlük yoksa dışarıda, farkı yok içerinin, demek ki var dışarıda özgürlük.”
İş bu noktaya geldikten sonra, ‘Allah hepimizin yardımcısı olsun’ demek dışında yapılacak bir şey kalmıyor. Zira, demek ki, bu ülkede özgürlüğün sınırı, ‘dışarıda olmakla’ başlayıp, bitebiliyor. Konuşmanın bu bölümünün devamı da çok sıkıntılı ama, en önemlisi, özgürlük talep edene, en yüksek makamdan ‘dışarda özgürce dolaşmak yetmiyorsa, tutuklanınca şikâyet etme’ denebilmesi.

Şifre vermek başka şey
Sayın Bakan gerçekten özgürlükten nelerin kastedildiğini merak ediyorsa, sadece bunu içtenlikle tartışabilmemiz için bile, dışarıda gezmenin ötesinde bazı temel özgürlüklere ihtiyaç olduğunu hatırlatalım. Diğer taraftan, konuyu Kürt meselesine bağladığı için hemen belirtelim, kimsenin ‘silahlı mücadele propagandası’na özgürlük talep ettiğini sanmıyorum. Ama mesela, ‘özerklik’ tartışmanın ifade özgürlüğünün vazgeçilmez bir unsuru olduğunu da teslim edelim.
İkinci düşündürücü açıklama ise, AK Parti* Genel Başkan Yardımcısı Bülent Gedikli’nin AA muhabirinin bir sorusuna cevaben söyledikleri. Gedikli, Paul Auster’i ‘Ergenekonculuk’la suçladığı konuşmasında, “Neo-con-Ergenekon kadrosu Türkiye’yi istikrarsızlaştırmaya çalışıyor. Bu yapı Türkiye ile her zaman uğraşıyor... Bir zamanlar şifre irticaydı, yeni öcü ‘sivil dikta’ oldu. Bir zamanlar da komünizmdi” demiş. Uzun bir dönem ‘irtica’ ve ‘komünizm’in demokrasinin yolunu kesmek için en elverişli araçlar olarak kullanıldığı tartışılmaz. Diğer taraftan, bu tartışmayı başlatan ben olduğum halde, ‘sivil dikta’ konusunu, herkesin kafasına göre bir tür öcüye dönüştürebildiğini de kabul edebilirim.
Çünkü siyaset adabımız bu. Ama bu gerçekleri teslim etmek başka, siyasi tarihimizi pulsu bir ‘komplo’ teorisi çerçevesinde açıklamaya girişmek, ‘şifreler’ vermek başka şeyler.
Dahası belli ki, Gedikli çok ciddi bir kafa karışıklığı içinde. Kendisine, her şeyden önce, komünizmin ‘şifre’ olduğunu iddia ettiği devirlerde, bu şifreyi en çok kullananların, kendisinin temsil ettiği siyasi gelenek olduğunu hatırlatmak isterim. O zamanlar solcu olanların çoğunun da ‘irtica’ lafına sarıldıklarını da kimse inkâr edemez. Kısacası, bu işler komplo teorisi ile izah edilecek şeyler değildir, yakın siyasi tarihimizin topyekün ve hakkıyla sorgulanması gerekir.
Sorgulama derken, sağcısı, solcusu, İslamcısı kimse ‘Ergenekon veya derin devlet, memleket evladını birbirine karşı kışkırttı, hepimiz kullanıldık’ bahanesi ve Ergenekon üzerinden geçmişini temize çekmeye kalkmasın. Bu ülkede tüm taraflar, demokrasi, özgürlükler ve adaleti hedefleyen farklı görüşler olarak birbirini dinlemek gibi bir çaba göstermemiştir. Tam tersine, birbirine düşmanlık etmekte, hatta birbirini boğazlamakta birbiri ile yarışmışlardır. ‘Kullanılmış olmak’ bahane olamaz, vicdanı merkez alan bir grubu, bir düşünceyi, bir mezhebi, bir inancı baskılamaya ve dahası yok etmeye çalışmaz, bu işlere alet olmaz. Kullanılmış olduğunu iddia etmek, kendini, düşüncelerini sorgulamaktan kaçıp, kendini aklama çabası dışında hiçbir anlam ifade etmez. Nitekim, bu kulvarda en son moda, ‘28 Şubat döneminde kullanıldığını’ iddia ederek yeni döneme ayak uydurma çabalarıdır. Bu türden çabaları geçmişle hesaplaşmayı engelleyen söylemler olarak tanımlamanın ötesinde, fazlasıyla ‘utanmazca’ buluyorum.

Zarar veren ‘yaftalamak’

Son olarak, iktidar partisine asıl zarar verenin, dar görüşlülüğe savrulmak, dinlemek yerine yaftalamak, muhalefet söylemlerini ciddiye almak yerine övgü dizenlere kanmak, özgürlüklerin alanını genişletmek yerine baskılama çabaları olduğunu düşünüyorum. Muhalefetin, yapıcı eleştiri yerine yıpratıcı söylem ve politikalara pirim verdiğinden, haklı veya haksız şikâyet edilebilir, ama kendileri de muhalefet fobisi içinde kırıp dökmekte sınır tanımadıklarını artık görmeliler. Dahası, aklı başında her muhalifin temel meselesinin, iktidarı yıpratmak değil, yaşadığı ülkenin daha özgür ve sorumsuz olmasını istediği gerçeğini dikkate almalılar.

* Bu ülkede en ufak ayrıntı mesele yapılabildiği için açıklama gereği duyuyorum. Bu yazıda belki de ilk kez AKP değil, AK Parti demeyi tercih ettim. Bunun nedeni, iktidar partisine karşı muhalefetimi hafifletme çabası değil, hiç öyle bir niyetim yok. AK Parti kısaltması bu denli yaygınlık kazandıktan sonra, AKP demekte ısrar etmenin anlamsız olduğunu düşündüğümden. Yoksa, halen iktidar partisinin veya hiçbir partinin AK olduğunu düşünmem mümkün değil.