Çok ama çok uzun yıllar önce ben Hürriyet Gazetesi’nin dış haberler şefiyken, Şevki Bey de dış haberler müdürüydü.
Hataylı çok köklü bir ailenin Londra’da eğitim görmüş oğluydu.

Doğu’nun ve Batı’nın terbiyesinin imbiğinden geçmiş, süzülmüş bir inceliğin sahibi olmuştu.

Kendi geleneğine Batı’nın görgüsünü eklemiş, buna da fıtratındaki gizli çılgınlığı katmıştı.

Hayatımda gördüğüm en kibar, en saygılı insandı.

Odasına, gencecik bir stajyer kız girdiğinde bile ayağa kalkar, “siz” diye konuşurdu.

Çok genç yaşta dökülen saçlarının geri kalan kısmını usturaya vurdurur, her zaman sinekkaydı tıraş olur, daima çok şık ve kravatlı dolaşırdı.

Çevresindeki herkeste doğal bir saygı yaratır ama aynı zamanda herkes ondan korkardı.

Bir basın grevinde grevcilere katılmış, grevi basmaya kalkan grev kırıcılar grev çadırına girmeye kalktığında, ilk girenin ağzını burnunu bir kafa darbesiyle dağıtmıştı.

Bir seferinde de gazetecilerin paralarını vermeyen zengin gazete patronunu gazetenin koridorunda sıkıştırmış, patronun cebinden cüzdanını zorla çıkarmış, içinden kendi servisindeki gazetecilerin maaşı kadar parayı aldıktan sonra cüzdanı yeniden patronun cebine yerleştirmişti.

Bütün bunlar bir efsane gibi anlatılırdı.


“Şevki Bey adama kafa atmışsınız” dediğimde gülümser, hiç ayrıntıya girmez, “Kızdım biraz Ahmetçiğim” derdi.

Gazetede işler bittikten sonra hep birlikte onun odasında toplanırdık.

Kahkahalar hiç dinmezdi.

Sevdiğini çok sever, her türlü hatasını büyük bir hoşgörüyle karşılayıp görmezden gelir, birine kızdığında da alaycılığıyla onu yerden yere vururdu.

Kızdığı adamlardan “hayvan bey” diye söz ederdi.

Türkiye devletini, Türkleri eleştirmeye kimsenin cesaretinin yetmediği o günlerde bile devleti de Türkleri de kıyasıya eleştirirdi, gençliğinde devletin bir uygulamasına kızmış, Emniyet Müdürlüğü’ne gidip “vatandaşlıktan çıkma” dilekçesi vermişti.

Kendisinden hemen hemen hiç bahsetmez ama özellikle ailesiyle ilgili unutulmaz hikâyeler anlatırdı.

Ailesinde “bir başkasının yanında” çalışan tek insan oydu.

Londra’dan döndükten sonra bir gazetede çalışmaya başladığında, büyük amcası annesini aramış, “Bizi utandırmak için mi böyle yapıyor, başkasının yanında maaşla mı çalışacak” diye çıkışmıştı.

Kuzenlerinin unutulmaz maceraları vardı.

İki kuzeni bir gün bir tavuk çiftliği açmaya karar vermişler, çiftliği kurmuşlar, tavukları, kuluçka makinelerini almışlar, işe başlamışlar.

Her akşam arkadaşlarını, eşlerini dostlarını toplayıp çiftliğe giderler, nehrin kenarında büyük masalar kurup tavuk ziyafetleri çekerlermiş.

Bir akşam gene kalabalık grupla çiftliğe gidip kâhyaya masaları kurdurmasını söylemişler, “tavukları kızartsınlar” demişler.

Kâhya, “Tavuk yok efendim” demiş.


“Nasıl tavuk yok?”

Kâhya boynunu bükmüş, “Hepsini yediniz efendim” demiş, “tavuk kalmadı”.

Bir keresinde de bir kuzeninin aniden canı sıkılmış İstanbul’a gitmeye karar vermiş, arabaya atlamış, bütün gece araba kullanıp İstanbul’a varmış, Harem’de arabalı vapur kuyruğuna girip sıra beklerken uykuya dalmış.

Uyandığında, bir bakmış arka koltukta biri var.


“Sen de kimsin” demiş, adamdan cevap yokmuş, adamı sarsalayınca adam devrilivermiş.

Bakmış arabasına bir ölü adam bırakmışlar.

Hemen dönüp karakola gidip, cesedi polislerin önüne bırakıp, “alın ölünüzü” demiş.

Sonra arabasına binip yeniden Hatay’a dönmüş.


“Bir daha İstanbul’a gelmedi” derdi Şevki Bey.

Aradan yıllar geçti.

Sanırım aile büyükleri öldü, mal mülk epey sahipsiz kaldı, ailenin kâhyası bir arazinin “kendisine ait”olduğunu iddia etti.

Mahkemelik oldular.

Kâhyayla mahkemelik olmanın Şevki Bey’e çok ağır geldiğini tahmin ediyorum.

Mahkeme sonuçlanınca, avukat gelip Şevki Bey’e, “mahkemeyi kaybettiklerini” söylemiş.

Şevki Bey, hiçbir şey söylemeden kalkıp içeri gitmiş, babasından kalma tabancayı ağzına dayayıp tetiği çekmiş.

Onuruna yedirememiş.

Ölümünü bana Yusuf haber vermişti.

Bir yaz günü “bizim çocuklar” toplanmış, sessiz ve gölgeli bir mezarlıkta vedalaşmıştık Şevki Bey’le.

Gazeteci olmasına rağmen Türk gazetelerine çok kızar, “Yalan yazıyorlar Ahmetçiğim” derdi.

Bize verdiği bir öğüt vardı, geçen gün onu hatırladım, “Bir adam kendisinden üçüncü bir şahıstan bahseder gibi, ‘ben’ diyeceğine kendi adını soyadını söyleyerek bahsediyorsa, ondan uzak durun” derdi, “o adam iflah etmez”.

Önceki gün Başbakan, Standard and Poors şirketinin Türkiye’ye yaptığı haksızlığa karşı çıkarken, haksızlığa uğrayan Türkiye değilmiş de kendisiymiş gibi “Sen Tayyip Erdoğan’a bunu yutturamazsın” deyince muzip gülüşüyle Şevki Bey’in yüzü belirdi gözümün önünde.

Onunla konuşabilmek, ona sormak istedim.

Nasılsınız Şevki Bey?

Bazı şeyler hiç değişmiyor, değil mi?