Boston, 17 Kasım 2009. Harvard Üniversitesi’nin mekânlarından biri, Tsai Oditoryumu.
Konusu, Türk-Ermeni yakınlaşması olan konuşmam bittikten sonra yanıma geliyor, hikayesini anlatıyor.
Yıl 1969, İstanbul.
16 yaşında bir Ermeni kızı.
Avusturya Lisesi’nde okuyor. Ve bir gün tarih dersi sınavına girmeyi reddediyor.
Öğretmenine diyor ki:
“Bu tarih kitabında, Emin Oktay’ın kitabında bizler yokuz, Ermeniler yok. Bizler hayalet miyiz yoksa?.. Bizi yok sayan bir dersten sınava girmeyi reddediyorum.”
10 üzerinden 2 alıyor.
Yok saymak, neden?
Yok sayınca, yok olmuyor ki.
Harvard Üniversitesi’nden değerli Osmanlı tarihçisi Prof. Dr. Cemal Kafadar bakın ne diyor:
“Anadolu’nun birçok şehrinde etnografya müzeleri var, Ermeni’nin E’si geçmez. Bu jenosit meselesinin ötesinde, başka türlü bir silmek.
Neyi tanımıyoruz dediğinizde, sadece ölümleri, acıları değil, bir kültürü, zaman zaman gururla zikrettiğimiz bir arada yaşama tecrübesini...
Kardeşçe bir arada yaşamak romantik bir diskurdan fazlası değil bu durumda. Çok kültürlülükten bahsediyoruz ama tanımak öyle olmaz.
Tanımak demek, ders kitaplarına, müzelere, kendi dilimize koymak demektir.
Hiç birini yapmıyoruz. ” (*)
Bizde tarih böyle yazıldı.
Daha doğrusu, bir tarih icat ettik kendimize. O tarihin içine Ermenileri koymadık, Kürtleri koymadık. Hep o Hakkari’li Kürt aydının sözünü hatırlarım:
“Bu topraklarda Kürtler yaşadıklarını, Ermeniler öldürüldüklerini anlatmaya çalışıp durdular.”
Ama devlet bunu reddetti.
İttihat Terakki’den itibaren devlete damgasını vuran milliyetçi zihniyet, Anadolu’nun Müslümanlarını zorla Türkleştirdi, Müslüman olmayanları da, en başta Ermeniler olmak üzere, yüzyıllardır yaşadıkları topraklardan, köklerinden kopardı, kıyıma uğrattı, izlerini sildi.
Resmi tarih böyle yazıldı.
Öylesine bir tarih icat ettik ki, Atatürk’ü bile sansürledik.
Atatürk, 24 Nisan 1920’deki ilk Meclis konuşmasında sözü 1915’e getirir ve Osmanlı Ermenilerine yapılanlar için der ki:
 “Utanç verici işler, alçaklık!”
Atatürk’ün bu sözleri daha sonra Meclis zabıtlarından çıkarılır.
1923’ün Ocak ayı başları.
Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlanmıştır. Mustafa Kemal İzmit’te bir grup gazeteciyle buluştuğunda sorulur kendisine:
“Kürt meselesini nasıl çözmek istiyorsunuz?”
Atatürk, ‘muhtariyet’ten, yani Kürtlerin yaşadığı vilayetlerin ‘özerkliği’nden söz ederek yanıtlar bu soruyu...
Bu da sansüre uğrar.
1960’lı yıllarda Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri toplanırken, 1923’ün gazetelerinde yer almış olan, Atatürk’ün Kürt sorunuyla ilgili bu sözleri kitaba alınmaz.
Devlet, bizde tarihi böyle yazdı.
Yazdığı tarihin etrafını da kırmızı çizgiler ile donattı, dışına çıkılmasını da yasakladı.
Bizim o kadar çok yasaklarımız, tabumuz vardır ki, bu nedenle alternatif tarih yazımı, özellikle 1915 konusunda, kelleyi koltuğa almak gibi bir şeydir.
Risklidir.
Çünkü Türkiye’de tarihle uğraşmak, bugünle uğraşmaktır, ‘dün’le değil, ‘bugün’le boğuşmaktır. Bir yanıyla ‘siyasal mücadele’dir, onun için de bazı konularda  tekin değildir tarihle uğraşmak.
Tarihe tabuların ötesinde dokunmaya başladığın vakit, işin gerçeğini yazmaya başladığın vakit, bugünün sorunları ve bu sorunların nedenleriyle karşı karşıya kalırsın.
Hrant Dink bu gerçeği çok iyi bilirdi. Belki de o ‘kırmızı çizgiler’in dışına çıkıp bu toprakların, Anadolu’nun ‘gerçek tarih’ine dokunmaya başladığı için 1915’in devamı olan 19 Ocak 2007’yi yaşadık.
Hrant’ın sözleri kulağımdadır:
“Birbirimizi dinlediğimiz, acılarımızı paylaştığımız, başka acıların yaşanmaması için çabaladığımız, ötekileştirmeden farklı olabildiğimiz, farklılığımızla bir kalabildiğimiz bir hayat.”
Farklılıklarımızla yaşadığımız bir hayat, birbirimizi dinleyerek ve acılarımızı paylaşarak yaşadığımız bir hayat...
Bunların özlemi hâlâ çekiliyor.
Ama gün gelecek, kinle nefretle barışın, güzel bir geleceğin kurulamayacağını hep birlikte anlayacağız.
İnsanlık da bunu gerektiriyor.
Sevgili Hrant,
Bugün  24 Nisan, soykırım acını paylaşıyorum.
Rahat uyu kardeşim.
—————
* 2 Ocak 2012 tarihli Radikal’de Ezgi Başaran’ın Prof. Kafadar’la konuşmasından.