Karanlık beyinler tarafından abluka altına alındığımız bu travmatik zamanlarda, gün içerisinde izlediğimiz, gördüğümüz, işittiğimiz her şeyin tadı, dokusu, rengi, sesi karanlık ve gri. Sabah uyandığımızda - ya da aslında bu iğrenç, vahşi, kan emicilerden kaynaklı hiç uyumadığımız gecelerin sabahında- gördüğümüz ilk görüntünün sokak ortasında vurulan bir çocuğun cansız bedeni, ilk işittiğimiz sesin kucağında bebeğinin ölüsüyle ağıt yakan annenin feryadı olması ve dokunduğumuz, kokladığımız, sarıldığımız ilk insanın omuzunda uzun süre susmamız, ağlamamız, utanmamız. Ülkenin yarısı ölürken diğer yarısının hayatlarına kaldıkları yerden devam etmesinin doğuracağı sonuçlar toplumsal barış ve birlikte yaşamı yok etmekle kalmayacak, ülkenin bütün sokaklarını yangın yerine çevirecek.

Cizrede sokağa çıkma yasağı iki aya yaklaştı. Ölülerin adlarını, yaşlarını, hayatlarını, umutlarını, düşlerini, bir bütünen benliklerini hiç konuşmadan sayıların az ya da çok olmasına göre öfke duyar hale geldik. Bir bebek vurulmuş, bir kadının cenazesi günlerce sokaktan alınamamış, bir çocuğun minik bedeni buz dolabında saklanılmış, bir genç öldürüldükten sonra panzer arkasına bağlanmış, bir kadın öldürülmüş, elbiseleri çıkarılıp işkence edilmiş. Bu örneklerin hepsi bu ülke de yaşandı. Tepki vermedik. Alıştık. Biz alıştıkça, sessizliğimize geçerli bahaneler bulup ölenlere, öldürülenlere 'ama' ile başlayan cümleler kurdukça 'dişine kan değen kurtlar' daha çok saldırdılar. Bizim sessizliğimiz onlara güç oldu. Sessizliğimizi 'yaptıklarımızı onaylıyorlar' diye algılayıp daha fazla öldürdüler.

Onlar öldürdükçe, yakıp yıktıkça, katlettikçe oralarda bir yerlerde direnenlerin bize dair tavırları, düşünceleri de haklı olarak değişti. Yıllardır yaptığımız her zulümden sonra ' biz kardeşiz, etle tırnak gibiyiz' palavralarına inançları kalmadı. Yıllardır ezilmişliğin verdiği kırılganlık bize dair olan umutlarının tükenmesi ile öfkeye dönüştü.

'Devletiniz sizin adınıza bizi katlediyor. Evlerimizi yıkıp, çocuklarımızı öldürüyor. Ölülerimize saygı duymuyor. Ölülerimizi gömemiyoruz, mezarlarımızı bombalıyorlar.' diyorlar. Eğer bunu onaylamıyorsanız, bu yaşanılanları tasvip etmiyorsanız ' ses çıkarın' dediler. Her gün bıkmadan, usanmadan, dilleri döndükçe bize susmamamız gerektiğini söyleyip durdular. Ancak biz onların sesini duymak yerine susmayı, kendi sessizliğimizde boğulmayı tercih ettik.

Sur, Nusaybin, Silvan, Yüksekova, Dargeçit.

Tarihin yeniden yazıldığı topraklar. Tıpkı Afrin, Kobani, Kamışlı gibi; genç kadın ve erkeklerin ellerinden yeniden yaratılıyor özgür gelecek.

Biz böyle susmaya devam ettikçe, onların katledilmelerini görmezden gelerek normal bir hayat sürmeye devam ettikçe zulüm çarkının dişlileri bize dönecek. O vakit bizimle birlikte zulme, baskıya direnecek kürtler olmayacak.

***

Bir devlet, bütün varını yoğunu bir halkın kazanımlarını engellemek için harcıyor ama başaramıyor. Cenevre de yapılacak konferansa PYD' nin davet edilip edilmemesi üstünden yapılan pazarlıklar, kirli ilişkiler sonuç verse ve PYD davet edilmese bile değişen hiç bir şey olmayacak. 21. yy'da Ortadoğu’da kürtlerin içerisinde olmadığı hiç bir görüşmeden - hele hele kürtleri reddederek- barış çıkmaz. Kaldı ki Rojavalı güçler, IŞİD ve türevi devletlerin saldırılarına karşı aylarca direnip onları savaş alanında yenmişlerdir.

Kobani zaferinin yıl dönümünde Kürtleri Cenevre de istemeyenler 'Kobani düştü düşecek' dediklerinde nasıl kaybettilerse bugün de kaybetmeye mahkumlar.

Türkiye'nin bu mantıkla siyasete devam etmesinin bedelini zorunlu askerlik yaparken ölen gençlerden yeraltında ölüme bırakılan madencilere kadar, geniş bir yelpazeyi kapsayan yoksullar, işçiler, emekçiler ödeyecekler. Tam da bunun için, geç olmadan, beklemeden yarını, birilerini, bulunduğumuz yerden ses çıkarmanın, bağırmanın zamanı.