Ömrünü bu ülkede geçirmiş ve geçirmekte de ısrarcı ama, yalanarak bir şeylerin değişmekte olduğunu başka ülkelerin aynalarında seyreden biri olarak şu yazıyı yazmak benim için çok zor…

Kendimden, başaramayan, tüm çabasına rağmen bir teğel dikişi bile tutturabilmekten aciz kılınan biri olarak bunları yazmak, başkalarının özürlerini kendi üzerine alınan bir anne, işini yapmaya çalışan bir avukat, bir kadın, bir zamanlar genç bir çocuk, bir türk bir kürt bir ermeni olarak, bu ülkede yaşamaya çalışmak, bu yazıyı yazmak benim için çok zor…

Bu yüzden geçen cumayı boş bırakmak hem bu konuda yazmak isteyip hem yazamamak, hiçbir şey diyememek, söyleyeceğim her sözün içeriğinden boşalmış renkli bir balon gibi kalacağından emin olarak yazmaya çalışmak …

İki hafta evvel Radikal gazetesinin Pazar ekinde oğlu Serhat için yazı yazan kara üzüm gözlü, geceye bürünmüş saçları insan ömrünün küçücük yıllara sığan süresinde bembeyaza çalmış sevgili Semiha Teyzem, ben sana cevap vermeden, sesini duymadan nasıl yürüyebilirdim, nasıl yazının üstüne başka bir konu bulup dalga geçebilirdim kendimle..

İşte şimdi, burada dalga geçemeden, alay edemeden ve gülerek giydiremeden yazmak zorunda bıraktın beni…

Keşke başka şeyler de yapabilseydim senin için, kardeşim Serhat için…

Oğlun içeri alındığında üniversitede öğrenciydim ben..

Sevgili kızınla, fakülteyi bitirip iyi avukatlar olmayı her şeye rağmen hayal ederdik belki de..

Belki de o zamanlardan biliyorduk bu ülkede yapacağımız işin adı ne olursa olsun aslında yapamama üzerine eğitim gördüğümüzü..

Oğlun içeri düştüğünde ben reşittim, o daha çocuktu. Ama kardeşimizdi, hepimizin başına gelebilecek bir şey gelmişti başına…

Sonra senin, O, yüzünü göremediğim ama acısını ablası ile beraber içimde duyduğum, cisme ve isme kavuşmuş kürt çocuklarından biri olan o oğlunu, biz daha hukukun ne olduğunu öğrenmeye çalışırken TCK 125’i ihlalden alıp ömür boyu derdest ettiler..

Sessizce ve çığlık atmadan karşıladığın, halkına özgü ve korkutan bir sabır ve sessizlikle karşıladığın o karardan sonra bir gün biz de mezun olduk…

Ablasının, bazen, sadece kardeşi için bu okulları bitirdiğini düşündüğüm seneler seneler geçti aradan…

Bir sürü insanı savundu ablası, yapabileceği her şeyi herkes için, kardeşi bilerek yapmak için, kendi etiyle kanıyla OHAL bölgesinin kapana sıkıştırılmış avukatı olmayı göze alarak uğraştı durdu..

Elinin gitmediği gidemediği, gitmekten ve başaramamaktan bile korktuğu tek işin kardeşine özgürlük alma olduğunu anladığımda da ben omuz vermek istedim..

Bir şey yapmak, yapabilmeyi denemek, bu kadar da olmazı size ispatlamak, size o karanlık sokaklarında silah ve bomba seslerinin eksik olmadığı uzak yurdunuzdan attığınız sessiz çığlıkların buralardan da duyulduğunu ve belki benim dışımda da birilerinin bu çığlığa kulak verebileceğini göstermek, acılarınızı avucumun içinde ısıtmak çok istedim..

Serhat’ın avukatı oldum..

Diyarbakır ağır ceza mahkemelerinin arşivlerine girdim bir hafta kızınızla, üstüm başım tozlu, ellerim siyaha çalmış vaziyette günlerce didikledim o dönemde bakılan tüm dosyaları…

Her gördüğüm satırda, her düzenlenen tutanakta bu ülkenin yaşayanı olmaktan utanarak, bu ülkenin Türk’ü olmaktan utanarak, bu ülkenin hukuk okumuşu olmaktan utanarak, bu ülkede analarınızın, babalarınızın ve çocuklarınızın hiçbirinin kıymetinin olmadığını, bizden daha da kıymetsiz olduklarını yüzünüze çarpan sistemin bir parçası bir suç ortağı olmaktan utanarak…

Anacığım ben gördüm, dağlarda askere, korucuya kurşun sıkanın senin oğlun olmadığını gözlerimle, yarım aklımla gördüm.

Parçalanmış, helikopterden atılmış cesetlerin tutanaklarının bile olmadığı o karanlık dosyalarda, o okunamaz hale getirilmiş dosyalarda oğlunun çığlığını duydum, kulaklarımla duydum..

O dağlarda ceset ve terörist olarak kitap ve gazetelerimize ancak geçebilen gençlerin arasında senin çocuğunun zorlanarak kaldığını, ülkesi, anası, babası ve halkı arasında mecbur bırakıldığı ve yolunu bulmakta zorluk çektiği aylardan sonra ne halde yakalandığını, ne hale getirildiğini gördüm, yanıklarının kokusunu burnum sızlayarak aldım..

Ah anacağım, o çocuğun askere kurşun atmadığını, kimseye kurşun atamayacağını, yemek yapabilmekten başka bir şey yapamayacağını ben gördüm..

O çocuğa verilen kod adının bir sürü kimseye verildiğini, o kimselerden en iyi bulaşık yıkayanın oğlun olduğunu, diğerlerinin akibetlerinin bile belli olmadığını gördüm…

Akıbeti belli olmayanlardan askere korucuya kurşun sıkanın senin oğlun olarak tespit edilmeye çalışıldığını da gördüm..

Koca damak yarığı olan gencin yerine eli yüzü yarıksız tertemiz yakışıklı suratlı oğlunun derdest ettiklerini, canlarını acısının intikamını senin anne sütü kokan oğlundan aldıklarını gördüm..

Ben Serhatın avukatıydım, masumiyeti gördüm..

Ben gördüm, herkes görsün istedim, görsün, yüce ruhlu, acılarının bir kısmını yemeklerine koyan, bir kısmını yüreğinde harman ederek yaşayan annenin çığlıklarını, herkes dünya alem duysun istedim..

Buna çok inandım, öyle inandım ki bu oğlunu sana ellerimle verip emekliye ayrılmayı hayal ettim..

Emekliye ayrılıp küçük kızımı büyütmeyi, ona kimsenin öğreteyemeceği dünyaya dair nekadar güzel şey varsa öğretmeyi hayal ettim.. Buna çok inandım..

Verdiğim ilk dilekçede mahkemede görev yapan üç hakimin de umurumuzda değilsiniz diyen kararını görene kadar umudumu diri tuttum..

Bir gencin bir annenin hayatı, savaşın ortasında nedir ki diyen, benimle seninle hepimizle dalga geçen kararı görene kadar umudumu diri tuttum.. İnsan inandığı, doğru okuduğu her şeyin herkesçe olması gerektiği gibi okunacağını sanıyor, ne saflık… O hakimlerle biz aynı üniversitede okumamışız, onlara verilen hukuk kitapları bize verilenlerle bir değil, onlar bir başka ülkenin yasaları ile yönetilen bir ülkenin annesi babası olmayan ve belki hiç çocukları da olmayacak çocukları imiş. Bunu gördüm..

Bir annenin, bir avukatın, bir hukukçunun çığlıklarını duymayacak kadar sağır, bunca yıldan sonra bu insanları ne rahatsız ediyor hele bir bakalım demeyecek kadar hafızasız, okuma- yazma yeteneğinden yoksun insanlarmış bunu da gördüm..

Kısacık yazdım dilekçemi, uzun uzun okuyup sıkılmasınlar istedim, sadece Serhat’ın dudak yarığı olmadığını yazdım, dudak yarığı olar Şervan’ın çoktan öldürülmüş olduğunu, Serhat’la sadece yürek soğutmak istediklerini, Serhat’ın kimseye kurşun sıkmadığını, yemek yaptığını…

Dudak yarığının sonradan giderilemez bir vücut arızası olduğunu, makyajla dağda dudak yarığı yapılamayacağını, Serhat’ın dudak yarığı olan Şervan olmadığını, kimseye kurşun sıkmadığını, hepsini yazdım..

Kısacık yazdım, sıkılmadan okusunlar sıcak odalarında diye…

Ben denedim, iki satırlık, dosyanızı asla bir daha okumayız kararına itiraz etmeyi de denedim.. Belki bir okur yazar vardır bu ülkede diye Ankaralara kadar gitmeyi de denedim, Ankarada hakimler var lafında bir hikmet vardır diye düşünmek istediğim oldu.. Hükümet demokratık açılım diyordu, anaların gözyaşlarını dindirmekten sözediyordu, inandım, belki önce kapılarının önünü temizlerler dedim, kayıpların peşine düşerken daha kaybedemediklerinin seslerini belki duyarlar dedim, sarı saçlı bir avukatın terör yardakçısı değil belki sadece insan olduğu için bu davaya bu kadar taktığını düşünüp insafa gelirler dedim, hepsini düşündüm bunların, hepsine inandım, inanmak istedim..

Ama öğlen ve akşam yemeğinden başka bir şeyi düşünmeyen mesaiyi ikisi arasında geçen zaman olarak yaşayan, benim okuduğum üniversitede okumamış, adının önüne önemli sıfatlar ekleyen adamlara derdimi, derdini anlatamadım..

Anlatamadım suçluyum ben… Onların bildiği dili bilmiyorum ben suçluyum senden daha çok.. Senin anne dilin yetmezdi ama benim anadilim de yetmedi derdimi anlatmaya.. Farklı okullarda öğrenmişiz Türkçeyi ve onların anneleri hiç olmamış belki çocukları da hiç olmayacak…

Semiha teyzem, oğlun Serhat’a dışarının içeriden de kötü olduğunu söyle, burada kapana kısıldığında çıkacak yerinin bile olmadığını, bu savaşın herkesin cehennemi kapanı hapishanesi olduğunu dışarıda yaşayan infaz koruma memurlarının 24 saatten de fazla görev yaptığını…

Oğullarını, meçhullerde kaybeden, onlara mezar arayan annelerin çığlıklarının bu ülkede bu büyük meydan hapishanesinde duyulmadığını, dışarıda yaşayanların annelerinin ve babalarının olmadığını ve belki hiç çocuklarının da olmayacağını söyle ona..

Oğullarına mezar arayan annelerin çığlıkları çığ olduğunda hepsinin altında kalacağını da söyle..

Söyle ona hukuk okumasın, bilmemek insanı özgür kılar ona bunu da söyle.. Uğradığı adaletsizliğin nedenini hukuk okuyarak bulamaz ona bunu da söyle.. Ona sevgili ablasının, benim yüreğimin yettiği ama emeğimin yetmediği bu yolda kendisi için hala umutlar beslediğimi de söyle..

Anneleri babaları olan ve belki çocukları da olacak insanların da bulunduğu bir dünyanın dışımızda da olsa hala bulunduğuna inandığımı da söyle..

Ona bunları söyle ama sana hiçbir sözün yetmeyeceğini biliyorum ben.

Ben sana ne söyleyeyim onu da bana söyle..

Ellerinden öperim, sevgiyle kal, sevgimizle ayakta kal..