26 Eylül depremi hepimizde çok fena anıları canlandırdı ve bazı şeyleri hatırlattı. Mesela “Ne kadar sağlıklı bir sistem kurduğumuzu bu depremde gördük!” diyor Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay. Fakat 1999 depreminden bu yana ÖİV (Özel İletişim Vergisi) adı altında vatandaştan tam 36 milyar dolar tahsil edildi. Özel İletişim Vergisi 1999 yılında başta düşük tutar ve oranlarda toplanmaya başlanılarak, tahsilatlar 2008 yılında zirveye ulaştı. DASK ile ise yine on milyarlarca lira toplandı. Bunun karşılığında, binalar ve yapılar depreme dayanıklı ve sağlıklı bir duruma getirilmediği gibi, “Kentsel Dönüşüm” projeleri, 3 katlı bir binanın yıkılarak 10 katlı bir bina yapılması, devlet kurumları, yükleniciler ve aracılar tarafından türlü türlü rantların sağlanması yöntemine dönüştürüldü. “İmar Barışı” ile ise, hiçbir depreme dayanıklılık ve bina yeterlilik belgesi aranmaksızın para karşılığı en çürük binalara bile tapu dağıtılması usulü benimsendi. Bu açıkça üçkâğıtçılık noktasında devlet + vatandaş işbirliği demekti. Cahil ve bilinçsiz vatandaşın aklına devlet de uydu, hatta devlet vatandaşın aklına girdi. “Parayı ver, tapuyu al, gerisini düşünme” devri başlattı. Dile kolay, Türkiye'de 150 bin hekim var ve buna karşılık 450 bin müteahhit var. İstanbul'da, Avrupa Birliği'ndeki toplam müteahhit sayısının beş katı kadar müteahhit bulunuyor. Çılgın projeler ve duble yollar yapmakla övünen hükümetlerimiz cabası. Örneğin Adapazarı 1943, 1967, 1999 depremlerini gördüğü halde hiçbir ciddi deprem önlemi alınmadı. Belirttiğimiz gibi birtakım değişik metotlar kullanılarak, devlet depremi (de) fırsata çevirdi. Toplanan her ek vergiyi kendi beceriksizliğinin sonucu olarak ortaya çıkan ve artan kamu borçlarını kapatmakta kullandı.

Türkiye'nin toplam üretimine ve toplanan vergilere bakıldığında, İstanbul'un payı yarıya yakın ve Kocaeli ile birlikte %50'yi aşıyor. Yani İstanbul + Kocaeli, açık ve net bir şekilde (ekonomik anlamda) Türkiye'nin yarısına tekabül ediyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan “İstanbul’da on binlerce toplanma alanımız var” derken, Şehircilik Bakanı Erdoğan’ı revize ederek, “İstanbul’da on bin toplanma alanı var” açıklamasında bulundu. Oysa Mimar ve Mühendisler Odasının (TMMOB) verdiği bilgiye göre, İstanbul'daki 470 toplanma alanı şu an 70'e inmiş durumda. (Başka bir hesaplamaya göre ise, 493 deprem toplanma alanından 416'sına inşaat yapıldı). Geriye kalan kısımlara AVM'ler ve rezidanslar inşa edildi. İstanbul'da 500 binden fazla nüfusu olduğu halde deprem toplanma alanı kalmayan ilçeler bile var. Muhtemel bir deprem anında sokağa dökülecek milyonlar değerlendirildiğinde, korkunç bir kaosun yaşanacağını düşünerek endişelenmemek elde değil. Üstelik eskiden mahallelerde köşe başlarında gördüğümüz turuncu renkli acil durum konteynırları da bir süre önce ortalıktan yok oldular.

1999 yılındaki depremde iletişim şirketlerinin çuvallaması gibi, 2019 yılındaki depremde de hiçbir şey değişmedi. 1999 depreminde dönemin Başbakanı Ecevit’in kent valilerine en az 1 gün boyunca ulaşamadığını biliyoruz. İletişim alanındaki uzmanlar ve mühendisler, bunun nedenini şu şekilde açıklıyorlar: Başlıca iletişim şirketleri, kazançlarını daha çok internet iletişiminden elde ettikleri için, yatırımlarını data alanına yapmışlar, sesli iletişimi ise (kârlı olmadığından dolayı) açıkçası pek geliştirmeye gerek duymamışlar. Dillere destan 4,5G teknolojisinin mimarı devlet büyüklerimiz elbette ki bu duruma göz yummuş. Dünyanın senelerdir kullandığı 5G teknolojisi bizim ülkemize en iyi ihtimalle ve en erken 2025 yılında gelecek. Demek ki ani bir deprem anında, kapitalizmin acı ve acıtan gerçekliğiyle yüz yüze geleceğiz. Devletimize değil, dualarımıza sığınacağız...

Önde gelen iletişim şirketlerinin tercihleri ve “deprem anında sadece sesli iletişimde sorun yaşanmıştır” türünden insan aklıyla dalga geçen açıklamalarına tanıklık edince, Turing Pharmaceuticals şirketinin CEO'su Martin Shkreli'in, "Biz hissedarlarımıza kâr sağlama işindeyiz, hastaları kurtarmakla meşgul değiliz. Bizim sorumluluğumuz yaşamak için ilaçlarımıza güvenen müşterilerimize karşı değil, yalnızca hissedarlarımıza karşıdır" demecini hatırladık. İletişim, sağlık, gıda dâhil, bugünün her sektörü sadece kazanç elde etme amaçlıdır, insanların hizmetinde değildir.

Doğrusu, bizim güzel ve güzide memleketimizde, devran böyle gelmiş, böyle gider. Binlerce adadan oluşan Japonya’da günlük hayatta 7 şiddetinde depremler bile önemsenmez ve 8 şiddetinde depremde bile ölen ve yaralanan olmazken, biz 4-5 büyüklüğündeki her depremde hop oturur hop kalkarız, her seferinde panik yapar, hiçbir yakınımıza telefonla ulaşamaz, sokak ve caddelere fırlar, çadırımızı kuracak küçük bir yeşil alan ararız. Bazılarımız masa altına sığınır, bazılarımız balkondan atlar veya sadece paralize olmakla kalırız. Bu da yetmezmiş gibi, çare ve çözüm beklediğimiz devlet büyüklerimizin deprem konulu didişmelerini, ekranlarda sadece deprem olduğunda boy gösteren jeodezi ve jeofizik mühendisi büyüklerimizin birbirlerine laf çarpmalarını izleriz. Kaçınılmaz sona yaklaşırken vaziyetimiz budur...